27 Aralık 2011 Salı

bir gün..


yılbaşı geliyor, herkes, her yer yeni yıl havasına girdi bile.. bloglar yeni yıl dilekleri ve eski yılın z raporlarıyla dolu.. buraya yazılacak da çok şey birikti ama yoğunluk kisvesi altındaki tembelliğim yüzünden başına varamıyorum bir süredir.
bugün yarın buraya yeni bir yazı yazılacaktı aslında ama madem tüm motivasyon bal kabağına dönüştü.. bu sayfayı açan herkesi şöyle bir durup düşündürecek bir post olsun bu yalnızca.. ve şöyle başlasın:
günlerimizin, hayatta yaşanacak saatlerimizin o kadar büyük kısmını -sadece yaşamımızı sürdürebilmek için- kiralıyoruz ki.. geriye pek de bir şey kalmıyor evlerimizden başka nefes aldıracak. o zaman, diyelim ki madem olaylar bu minvalde gelişiyor elde olmadan; yeni yılda herkesin başını sokacak bir çatısı olsun olmasına da.. o çatının altındaki ev o insanların elleriyle yapılsın.. her yanlarında parmak izleri olsun, her yanlarına renkleri değsin, kokuları sinsin.. yuva olsun.
elbette herkesin kendi evini kendi elleriyle inşa edebildiği bir ütopyada yaşamıyoruz.. elbette apartmanlar var, nüfus var, elbette gökyüzüne doğru çıkıyoruz sığmak için. ama kendi evlerimizi yapamıyorsak da, -ki aylardır bunun o kadar da zor olmadığını anlatıyor bu blog- evlerimize kendi elimizi değdirmemiz inanın hiç zor değil. bu bloğun yeni yıldan tek dileği o olsun o zaman: herkesin rengi, evine bulaşsın.. ki o evde o insanın yaşadığını hep bilelim, ki insanca yaşadığımızı bilelim.. mutlu yıllar..

17 Kasım 2011 Perşembe

SunRay Kelley: Doğadan Ödünç Alınmış Evler

Yukarıda gördüğünüz adam -SunRay Kelley- bir meczup, bir berduş ya da bir evsiz değil. Aksine masal evleri inşa eden bir mimar. Aslında kariyerine Western Washington University'de heykel öğrencisi olarak başlamış ve ilk evini de öğrenciyken orada inşa etmiş. Şimdi daha çok evleriyle tanınsa da heykel ve resim çalışmalarını da sürdürüyor. Doğup büyüdüğü ve bugün de yaşamakta olduğu topraklar, Sunray için olduğu kadar, civarda yaşayan diğer sanatçılar için de esin kaynağı olacak kadar zengin bir doğal kaynağa sahip.




SunRay de, hem kariyerini hem de yaşamını bu kaynaklardan yararlanarak kurmuş. Evlerini tamamen doğal malzemelerden inşa ediyor ve bu, onun için bir "iş"ten ziyade bir yaşam biçimi, bir felsefe. 
Sunray Kelley'in inşa ettiği evler için biraz yabani demek yanlış olmaz, o da bunu inkar etmiyor. Çünkü zaten ilham kaynağı bu; yaban.  Özellikle ağaçların kıvrımlarından ve biçimlerinden çok etkilenmiş. Batı mimarisinin düz formlarını ise -tabii ki- tamamen reddediyor. 




SunRay, doğadan yalnızca malzeme olarak yararlanmıyor, ondan ilham da alıyor. Çünkü ondaki biçimleri ve yaratıcılığı, insanoğlunun hiçbir sanatının yapamadığını savunuyor, "bu yüzden doğadan ödünç alıp onun şekillerini ve formlarını evlerimde kullanıyorum." diyerek anlatıyor mimarisini. 
Pek çoklarının dediği gibi onun mimarisi, yaşayan bir organizma gibi. Kendi söylediğine göre mimariye olan ilgisi çok erken yaşlarda başlamış. O kadar ki, henüz liseye giderken kafası hep mimari projelerle doluymuş ve vaktini de onların "vahşi ve kıvrımlı" çizimlerini yaparak geçiriyormuş. İlk evini yapmaya başlamasını ise şöyle anlatıyor: "Gerçekten büyük bir inşa ustasıyla (builder) tanıştım ve işlerinden çok etkilenmiştim. Ona çizimlerimi gösterdim ve bana dedi ki; 'Evlat, bilirsin, bence gidip bir çekiç alsan iyi olur. Çünkü bu şeyi senden başka kimse inşa edemez.' ben de onun sözünü dinledim, bir çekiç aldım, okulu bıraktım ve ilk evimi inşa ettim."
İlk evini çok seviyor fakat o sırada pek çok yanlışlık yaptığını da söylemeden geçmiyor. En temel sorun ise, güneşten yararlanmayı atlamış olması. Fakat daha sonra nasıl pasif solar ev yapılacağını öğrenmiş. Böylece çok daha az enerji tüketecek evler inşa edebiliyor. Ona göre pasif güneş enerjisi kullanan evler inşa etmek dünyanın en basit işlerinden biri. "Yalnızca güneye pencereleri koyuyorsun; kuzey cephesinin ve çatının izolasyonunu sağlam yapıyorsun" İçeride çalışacak aktif bir sisteme gereksinim duyulmaması yüzünden, en çok tercih ettiği sistem bu. Ona göre her evin güneş odaklı olması gerekiyor. 




Mimaride doğal kaynakları kullanmanın, özellikle de yerel malzemelerden yararlanmanın önemine dikkat çeken  SunRay için bu kaynak orman olduğundan, kariyerinin başlangıcında ahşaptan daha çok yararlanıyormuş. Aslında doğaya "tanrının hırdavat dükkanı" diyor. Onu, bir projeye başladığında "alışverişe gidiyorum" diye mırıldanıp, elinde testereyle ormanda dolaşıp doğru parçayı bulmaya çalışırken görmek hiç de sıradışı değilmiş. Fakat ilk evinden sonra ahşaptan başka malzeme arayışlarına da girmiş. Nasıl daha az ağaç kullanılacağını araştırırken samandan yararlanabileceğini öğrenmiş ve bugün artık toprak ve saman karışımından elde edilen harçla hazırlanan cob evler inşa ediyor. Ahşabı ise daha çok çerçeve, kapı, çatı gibi yerlerde kullanıyor. 




"Dediğim gibi, Cob'u buldum ve dedim ki 'bu hayatım boyunca aradığım malzeme işte! Düşük maliyetli, şekillendirilebilir ve inşa etmeye uygun! Cob bunların hepsini yapabiliyor. Ve onunla elde edebildiğiniz güzelliği, şekli ve formları başka hiçbir malzemeyle elde edemiyorsunuz. Kerpiç tuğlayı da oyarak şekillendirebiliyorsunuz ama cob kadar özgürlük tanımıyor. Çünkü cob'da onları istediğiniz gibi biçimlendirebilirsiniz. Bu, beni en çok cezbeden şey. Kalıplara ihtiyaç yok."




SunRay, Amerika'da pek çok ev inşa etmesinin yanında, sık sık uluslararası gezilere de çıkıp hem modern hem antik yapıları inceliyor ve belki de kendine özgü stilini bu şekilde canlı tutmayı başarıyor. Bitmek bilmeyen enerjisi ve yaratıcılığıyla da bir efsane olmuş. Bir Cob ev mimarı ve öğretmen olan Michael Smith onu "temel güç" olarak tanımlıyor. Onun bu enerjiyi doğadan aldığına ise hiç şüphe yok. En temel güç, en temel kaynak ve insanın ruhuna canlılık veren şey doğa ve toprak ona göre. Bu lafları yalnızca üreten değil, yaşayan biri olarak belki de söylediklerine doğrudan kulak vermemiz gerek:
"Bu sadeleşme ihtiyacı, gerçekten, hayatta ihtiyacım olan şey. Benim keşfettiğim ve ruhumu içimde canlı tutan ve dünyadaki işini yapmasını sağlayan ihtiyaç. Ve işte bu en önemli ders, bir numaralı.. Ne yaparsak yapalım, hangi yolda yürüyorsak yürüyelim, önemli olan o yolda kalbimizle yürüyor olmamız. O yolda içten gelen bir sevgiyle yürüyor olmamız. Bu, bizi birbirimize bağlar çünkü bizler yaşamın ağlarıyız; her birimiz bu ağda birer ipliğiz ve her bir iplik bir diğerine bağlı. Bu yakınlığı, bu bağı anlamak için tek bir bütünün parçaları olarak ayrıldık. Bu yüzden başkalarına ne yapıyorsak aslında bunu kendimize de yaparız. İşte bu yüzden gerçekten en doğal halimize dönmeliyiz."
Ayrıca Aşağıdaki videodan hakkında daha fazla fikir sahibi de olabilirsiniz, yalnız söylemeden geçemeyeceğim, SunRay o kadar doğayla bütünleşmiş ki sanki hırkasından, özellikle de şapkasından az sonra çiçekler bitecek gibi görünmüyor mu?:

SunRay Kelley'in Gypsy Vagon adını verdiği küçük yaşam alanı.

11 Kasım 2011 Cuma

Londra'nın göbeğinde bir yüzen komün



Buraya yazmak için sırada beklettiğim yazılardan bazıları yüzen evlerle ilgili. Bunların kimisi yalnızca tasarımlarıyla, kimisi hem tasarım hem yaşam biçimleriyle öne çıkıyor. Fakat sırada bekleyenlerden biri olmasa da hepsinin önüne geçen, bu yazının konusu CHUG oldu.
CHUG, aslında tamamen başka bir yaşam biçiminin mümkünlüğünü gösteren bir topluluk. Bu bloğun içeriğinin aksine, teknik anlamda hiçbir özel niteliği yok yaşam alanlarının. Ama yaşam biçimleri gerçekten dikkate değer.



CHUG üyeleri (Canals in Hackney Users' Group), Londra'da Hackney kanalında yaşamını sürdüren bir "yüzen komün". Bünyelerinde 14 yüzen ev, bir bisiklet parkı, yüzen bir bahçe ve çeşitli (elbette yüzebilen) hayvanlar barındırıyor.
Topluluğun evleri, aslında bu kanallarda hammadde ve akaryakıt taşımak için üretilmiş botlardan dönüştürülmüş..



1983'te bölge insanları bir araya gelerek Hackney'in kanallarını orada yaşayan herkesin yararına kullanmak için harekete geçmiş. Ana gündemleri de çevre, eğitim ve planlama olmuş. Bu şekilde bir araya gelen topluluğun bugün geldikleri nokta ise gerçekten çok çarpıcı.
Londra'nın ortasında, hep birlikte ürettip paylaştıkları, ihtiyaçlarını kendi bünyelerinde karşılayabilen bir yaşam kurmayı başarmışlar. Hep birlikte tüketmek üzere; ıspanak, marul, soğan, patates, domates, böğürtlen, ahududu, fasulyeden tutun da, baharatlara, hatta enginara kadar pek çok sebze ve meyve üretiyorlar. Ördek besliyorlar..


Yakın zamanda, bu yeşil köşeleriyle -jürilerinden birinin de ünlü botanist David Bellamy olduğu- bir kurul tarafından çevre ödülüne layık görülmüşler. CHUG üyelerinden Tim Storey; "Başta bu işin gereklilikleri hakkında çok fazla fikir sahibi değildik. Ama kısa zamanda havalandırma, direnaj gibi konularda uzman olduk" diyerek geçirdikleri dönüşümü çok güzel özetlemiş..
Topluluğun bünyesinde bir de bisiklet park yeri var, burası da Londra'nın her an yağabilecek havasında bisikletini yağmurdan korumak isteyenlere hizmet veriyor.
Her zaman bir komünün parçası olmak nasıl muhteşem bir şeydir kimbilir diye düşünmüş biri olarak, bu kadar nevi şahsına münhasır bir yüzen komünü yakından görmeyi de çok isterdim. Şimdilik fotoğraflar:

2 Kasım 2011 Çarşamba

kendi karavanın, kendi yatın, kendi ellerin..


Bu blogda yazdıklarım gibi daha pek çok örnekte de gördüğüm hep şu oldu: kendi yaşam alanımızı yapmak için çok basit malzemeler yeterli. Bazen en temel şeylere bile gerek olmadığını bilmek ise çok daha ilham verici. Jay Nelson, "başımızı sokacak" bir yer yapmak için bir toprak parçasına bile ihtiyacımız olmadığını hem çok keyifli hem de en basit yoldan gösteriyor hepimize.
Güney Kaliforniyalı Jay Nelson aslında eğitimini resim üzerine tamamlamış bir sanatçı. Hawaii ve Amerika arasında gidip gelen bir yaşamı var ve ilk inşa ettiği şeyse Hawaii'de çok sevdiği ağaca kondurduğu bir ağaç ev olmuş. 
Tamamen yerel malzemelerden inşa ettiği bu ağaç evin aynısını, daha sonra Amerika'da bir gösteri için hazırlamış ve tamamını, çalışmasını sergilediği galerinin etrafından topladığı atık malzemelerden inşa etmiş. Böylece adım adım, bugün geldiği noktaya ilerlemeye başlamış. Oakland havaalanında ve Mollusk Sörf dükkanında da benzer ağaç evler inşa etmiş. Ve tüm bu çalışmalar sırasında kafasına yerleşen fonksiyonel  alanlar inşa etme ilgisi, Honda marka arabasını bir kamp arabasına dönüştürme fikrini getirmiş aklına. Sonrası peşpeşe gelmiş.. 
Bir scooter motor, bir bot ve bir araba daha..
Bir ressam olarak işe çizimden başlıyor elbette. sonra iskeleti inşa ediyor ve üzerini giydiriyor. Blogda çok sık geçen "işte bu kadar basit" cümlesinin tam karşılığı da bu olsa gerek.
Her şarta dayanabilecek kadar fonksiyonel olup olmadıklarını kestiremesem de, fikrin çok hoşuma gittiğini söylemem gerek. Üstelik oldukça fonksiyonel de görünüyorlar.
İstanbul gibi büyük şehirlerde, bu ne kadar mümkün bilmiyorum ama benim geldiğim yerlerde, yerleşik olan pek çok insanın elinin altında böyle dönüştürüp yeni bir kimlik kazandırabilecekleri malzemeleri olduğunu biliyorum. Kaldı ki, el altında bulunması bile şart değil.. Böyle atıl malzemeleri çok kolay ve ucuza, kimbilir belki de hiç para harcamadan bile elde etmek mümkün.
Bu çalışmalarıyla ilgili çok ayrıntılı bilgiler bulabilmem mümkün olmadıysa da, fotoğraflar çok şey söylüyor. İşte bazıları:

20 Ekim 2011 Perşembe

Derek 'deek' Diedricksen'den Eğlenceli Yaşam Alanları


Punk-rockçı, çılgın, kabına sığmayan bir adam.. Birkaç internet araması yeterli adamın dünyaya eğlenmek, dibine kadar yaşamak için geldiği..
Derek ‘Deek’ Diedricksen küçük yaşam alanları inşa eden, kendini bu işe ve onun eğlencesine kaptırmış bir “mimar”-sanatçı. Aynı zamanda Boston’da rock yayını yapan bir radyoda DJ'lik yapıyor. Fakat sanırım artık kariyeri daha çok mikromimari üzerine.. Zamanının çoğunu küçük yaşam alanları tasarlayarak ve inşa ederek geçiriyor. Bu ‘evcikler’i yapmak şimdiki en büyük ilgi alanı ve emeğinin büyük kısmını buna ayırıyor. Tasarlamak, çizmek, inşa etmek, bunlarla ilgili programlar yapmak, blog ve hatta kitap yazmak.. Tasarladığı projeleri workshoplar'a dönüştürmek.. Yayınlarında uygulamalı olarak anlatmak.. Hemen her anı bununla geçiyor ama neyse ki profesyonelleşmemiş ve umarım da böyle kalacak.

Diedricksen 34 yaşında ve çocukluğu küçük bir kasabada, mütavazı bir çiftlik evinde geçmiş. Hem inşa etme merakı hem de küçük yaşam alanlarına duyduğu ilgi de bu yıllara dayanıyor. Bu küçük evde annesi, babası ve erkek kardeşiyle birlikte yaşayan Derek, ahşap işçiliği öğretmeni olan babasının çalışmalarına duyduğu merakın yanında, her malzemeyi elinin altında bulabilme lüksünü de yaşamış. Derek’in inşa merakı ailesince de hep destek görmüş. Hatta babasının 10. Yaşgününde aldığı “tiny houses” isimli bir kitap da Derek için oldukça ilham verici olmuş.

Derek, yaşamı boyunca küçük ama etkili bir hayata, kendi deyimiyle “compact yaşama” ilgi duyduğunu söylüyor röportajlarında. Ona göre günümüzde yaşadığımız “yeterinden fazla” yaşamlar anlamsız; küçük evler daha ucuz, çevre için daha iyi ve zamanını başka şeylere ayırma fırsatı tanıdığı için de daha insani. Gerçekten de Derek’in çalışmalarına şöyle bir göz atmak bile yetiyor ne dediğini anlayabilmek için. Yaptığı her küçük evin içinde olmayı hayal ediyorsunuz hemen. Sanırım yalnız değilimdir; pek çoğumuz yabancı filmlerdeki o ağaç evlere, garajdan dönüştürülmüş ve evin çocuğuna tahsis edilmiş o yaşam alanlarına özenmişizdir. Derek de bu hayallerle büyümüş ama orda kalmayıp hayallerini gerçeğe dönüştürmüş ve buna devam da eriyor. Muhtemelen bu yüzden bu kadar mutlu ve üretken..

Hayallerini gerçek anlamda uygulamaya koyabilmesi 10 yıl önce, erkek kardeşiyle birlikte Kuzey Vermont’ta ufak bir arazi almasıyla başlamış. O ve kardeşi Dustin, ağaçların arasında ufak bir ev yapmak için hemen işe koyulmuşlar. Çok paraları da olmadığı için etraftan, insanların artık ihtiyaçları kalmadığını düşünerek (muhtemelen çok daha yenisini ve ‘modern’ini aldıkları için) attığı malzemeleri toplamışlar. Hatta bu yolla elde edebildikleri kaliteli malzemelere kendileri bile şaşırmış.

Bu ilk evden sonra ilgi alanı tamamen mikromimariye kayan Diedricksen’in pek çok çalışması var ve bir yandan da sürüyor. Çizim konusunda da oldukça başarılı olan Diedricksen, “Humble Homes, Simple Shacks, Cozy Cottages, Funky Forts, Ramshackle Retreats (and Whatever the Heck Else We Could Squeeze in Here!)’’ isimli bir de kitap yazmış ve içindeki tüm çizimler kendisine ait. Kitap, kendi çizimleri ve ayrıntılı anlatımlarıyla dolu ve en az evcikleri kadar eğlenceli görünüyor.
Çalışmalarını www.relaxshacks.com sitesinden ve Derek’in Tiny Yellow House isimli youtube kanalından takip edilebilir.

Derek bu işi seviyor ve tek yaptığı tasarlamak, malzemeleri toplamak ve yapmak! Bu kadar basit söyleyerek yaptığı işi küçümsüyor değilim, aksine; hepimizin yapabileceği kadar basit bir şey olduğunu kendime bile hatırlatmaya çalışıyorum. Bir o kadar da ilham verici, heyecanlı ve eğlenceli.. 


Derek 'deek' Diedricksen'in şu hayattan aldığı tadın yarısını bile almayı öğrenebilsek herkes için şahane bir dünyaya dönüşebilir yeryüzü..
Siz de Derek'in videolarını izlerseniz ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız.
Derek'in youtube kanalı için şuraya tıklayabilirsiniz.. Can sıkıntısına birebir..
Hepimize iyi eğlenceler.

11 Ekim 2011 Salı

Mould Manifesto Against Rationalism in Architecture/Mimarlıkta Rasyonalizme Karşı Küf Manifestosu*




Artık resim ve heykel özgür, çünkü bugün herhangi birisi, istediği şekilde bir yapıt ortaya koyabilir ve sonra da sergiler. Mimarlıkta ise her sanatın önkoşulu olması gereken bu temel özgürlük  hala yok, çünkü inşa edebilmek için önce diploma gerekiyor. Neden?
Herkes inşa edebilmelidir ve bu özgürlük olmadıkça bugünün planlı mimarlığı hiçbir şekilde bir sanat sayılamaz. Bizde mimarlığa uygulanan sansür, Sovyetler Birliği’nde resme uygulanan sansürün aynıdır. Uygulamaya konanlar, sadece kafaları cetvelin egemenliğinde olan ve vicdan azabı çeken kişiler tarafından yaratılan, tek başına kalmış, zavallı ödünlerdir!


Kişinin inşa etme arzusunun önüne hiçbir engel konmamalı! Herkes inşa edebilmeli, etmeye de zorlanmalı ki içinde yaşadığı dört duvar için gerçekten sorumluluk duyabilsin. Böyle çılgın bir yapının çökebileceğini göze almalıyız ve bu yolla bina yapmanın yol açacağı ya da açabileceği ölümlerden ürkmemeliyiz. İnsanların kümese giren tavuklar ya da tavşanlar gibi evlerine taşındıkları bu duruma artık bin son verilmeli.


İçinde oturanların yaptığı bu derme çatma yapılardan biri çökecek olsa, önce genellikle çatlamalar başlar, böylece içindekiler kaçabilir. Bundan sonra da insan içinde oturduğu konuta karşı daha eleştirel-yaratıcı bir tutumla yaklaşacak ve eğer çok zayıf görünüyorsa duvarlarını kendi elleriyle sağlamlaştıracaktır.



+ gecekonduların fiziksel yönden barınılamazlığı, işlevsel, faydacı mimarlığın ahlak yönünden barınılmazlığına yeğlenir. Bu sözde gecekondularda insanların yalnızca bedeni tükenirken, görünüşte insan için planlanmış gösterişli mimarlıkta ruhu tükenir. Bu nedenle gecekondu ilkesi, diğer bir deyişle çılgınca çoğalan mimarlık, geliştirilmeli ve işlevsel mimarlık yerine başlangıç olarak bu alınmalıdır.+
İşlevsel mimarlığın, aynen cetvelle resim yapmak gibi, yanlış bir yol olduğu kanıtlanmıştır. Dev adımlarla kullanışsız, kullanılamaz ve sonuçta barınılamaz mimarlığa yaklaşıyoruz.


Resim için mutlak taşist otomatizm olan büyük dönüm noktası, mimarlık için mutlak-oturulamazlıktır; bu duruma henüz ulaşamadık, çünkü mimarlık otuz yıl geriden, topallayarak geliyor.
Nasıl bugün, taşist otomatizm’in ötesine geçerek otomatizm-ötesi mucizesini yaşıyorsak, ancak tam bir oturulamazlık ve yaratıcı çürümenin üstesinden geldikten sonra yeni, doğru ve özgür bir mimarlık mucizesi yaşayabiliriz. Mutlak barınılamazlıktan henüz kurtulamadığımız, mimarlıkta otomatizm-ötesi aşamasına ne yazık ki geçemediğimiz için, ilk önce olabildiğince hızla, mimarlıkta tam barınılamazlık ve yaratıcı çürüme için çaba göstermeliyiz.


Apartman katında oturan adam pencereden uzanıp elinin erişebildiği yerdeki duvarı kazıyabilmeli. Ve uzun bir fırçayla uzanabildiği yerleri pembe renge boyayabilmeli ki insanlar uzaktan ya da sokaktan görebilsinler: orada komşularından –onlara sunulan her şeyi kabullenen küçük insanlardan- farklı birisi oturuyor! Ve bu yolla sözde bir mimarlık başyapıtının sergilediği arkitektonik açıdan uyumlu tablo tahrip edilse de, duvarları testereyle doğrayıp her türlü değişikliği yapabilmeli ve odasını çamur ya da plastisinle doldurabilmeli.


Fakat kira sözleşmesi bunu yasaklıyor!
Artık insanlar, doğalarına aykırı kafes-yapılara kapatılmış tavuklara ve tavşanlara benzer şekilde, kutu gibi binalar içinde kapsedilmeye karşı isyan etmelidir.


+ Kafes-yapı ya da faydacı yapı, onunla ilişkisi olan üç kategori insanın tümüne de yabancı bir binadır!
  1. Mimarların binayla bir ilişkisi yoktur.
En büyük mimari deha da olsa, nasıl bir insanın orada oturacağını  önceden göremez. Mimarlıktaki sözde insan ölçüsü suç oluşturacak bir aldatmacadır. Özellikle eğer bu ölçü kamuoyu yoklamasından ortaya çıkmış ortalama bir değerse.+

2. Duvarcı ustasının binayla bir ilişkisi yoktur.
Örneğin, eğer bir duvarı kendi kişisel düşüncelerine göre (eğer varsa) azıcık farklı örmek istese işinden olur. Aslında pek de aldırmaz, çünkü nasıl olsa o binada oturmayacaktır.+

3. İçinde oturan kişinin binayla bir ilişkisi yoktur.
Çünkü onu inşa etmemiş, sadece içine taşınmıştır. Kişi olarak gereksinimleri ve mekanı kuşkusuz farklı olacaktır. Mimar ve duvarcı ustası, içinde oturacak olanın ve işvereninin talimatlarına tam uyacak şekilde bina yapmaya çalışsalar da bu böyledir.
+Ancak mimar, duvarcı ustası ve binada oturan kişi tek, yani aynı  kişi olduğu zaman mimarlıktan söz edilebilir. Bunun dışındaki her şey; mimarlık değil, suç unsuru taşıyan bir eylemin fiziksel olarak şekil bulmasıdır.
Mimar-duvarcı ustası-binada oturan kişi, aynen Baba, Oğul ve Kutsal Ruh olan Tanrı  gibi, bir üçlüdür. Bu üçlüdeki benzerliğe, neredeyse eşliğe dikkatinizi çekerim. Bugün üretilen nesnelere mimarlık denemeyeceği gibi, mimar-duvarcı ustası-oturan kişi birliği kaybolduğunda mimarlık da olmaz. Kişi, yitirmiş olduğu ve onsuz insan olarak var olamayacağı eleştirici-yaratıcı işlevini yeniden kazanmalıdır.
+ Mimarlıkta cetvel kullanmak da suçtur; bu, kolaylıkla kanıtlanabileceği gibi, arkitektonik üçlünün parçalanmasına yol açacak bir gerçek olarak görülmelidir.+
Düz  çizgi bulundurmak, hiç değilse ahlak açısından yasaklanmalıdır. Cetvel, yeni cehaletin simgesi, cetvel, yeni yozlaşma hastalığının belirtisidir. 
Bugün bir düz çizgiler kargaşasında, düz çizgilerin vahşi ormanında yaşıyoruz. Buna inanmayan kişi, çevresindeki düz  çizgileri sayma zahmetini gösterecek olursa anlayacaktır; çünkü  sayması hiç bitmez.
Bir tıraş bıçağı üstündeki düz çizgileri saydım. Kuşkusuz tıpatıp eşi olan aynı marka ikinci bir tıraş  bıçağıyla arasındaki doğrusal ve imgesel bağlantıları  da eklersek, 1090 düz çizgi eder; bir de ambalajını eklediğimizde bıçak başına 3000 düz çizgi demek olur.


Yakın zamana kadar, düz çizgilere sahip olma üstünlüğü krallara, arazi sahiplerine ve zeki kişilere aitti. Bugün her budalanın pantalon cebinde milyonlarca düz çizgi var. Bizi gederek hapishanedeki tutuklular gibi kuşatan bu düz çizgi ormanı kökünden sökülüp yok edilmelidir.
Bugüne dek her zaman insan, içine düştüğü vahşi ormandan kendini koparmış ve kurtarmıştır. Fakat önce vahşi bir ormanda yaşadığının farkına varmalıdır; çünkü bu orman halkın dikkatini çekmeden gizlice büyümüştür. Ve bu kez karşısındaki, düz çizgilerden oluşan vahşi bir ormandır.
Yapıtlarında, yalnızca düşüncede bile olsa, cetvel ya da pergelin bir an bile rol oynadığı bir modern mimar reddedilmelidir. Yalnızca hastalıklı  biçimde kısırlaşmayıp gerçekten anlamsızlaşmış tasarım, çizim ve maket çalışmalarının sözünü bile etmiyoruz. Düz çizgi tanrısız ve ahlaksızdır. Düz çizgi yaratıcı değil, çoğaltıcı bir çizgidir. İçinde tanrı ve insan ruhundan çok, rahatına düşkün, beyinsiz karıncası kitlesi yaşar.
Bu nedenle düz çizgilerden ortaya çıkan yapılar, ne kadar kırılıp bükülseler, çıkmalar yapsalar, delikler oluştursalar da savunulamazlar. Bunlar korkudan doğan bir bağlılığın ürünüdürler: inşa eden mimarlar, çok geç olmadan taşizme, yani barınılamazlığa dönmeye korkuyorlar.
Tıraş  bıçağı paslandığında, duvar yüzeyinde küflenme olduğunda, odanın köşesi yosun tutmaya başlayıp da geometrik açılar yuvarlanmaya başladığında, mikroplar ve mantarlarla birlikte evin içine yaşam giriyor diye sevinmeliyiz. Her zamankinden daha bilinçli olarak, bize öğretecek çok şeyi olan arkitektonik değişikliklere tanık oluyoruz.
İşlevsel mimarların sorumsuzca yıkma düşkünlüğü iyi biliniyor. Doksanlı yılların ve Art Nouveau’nun cepheleri alçı sıvalı, güzel evlerini yıkıp yerlerine kendi anlamsız binalarını dikmek istiyorlardı. Paris’i yerle bir edip yerine doğrusal canavarlar gibi yapılar dikmek isteyen Le Corbusier’i örnek vereceğim. Adil davranmak için şimdi Mies van der Rahe, Neutra, Bauhaus, Gropius, Johnson, Le Corbusier gibilerinin yapılarını yıkmalıyız, çünkü bunların modası geçti ve ahlaki açıdan katlanılamaz hale geldiler.



Fakat otomatizm-ötesi taraftarları ve barınılamaz mimarlığı  aşmış olanlar doğrusu kendilerinden öncekilere daha insanca yaklaşıyorlar. Artık yıkmak istemiyorlar. İşlevsel mimarlığı ahlak çöküntüsünden kurtarmak için, temiz cam duvarlara ve düz beton yüzeylere çözeltici bir karışım dökülmeli ki böylece üzerine küf yerleşebilsin.
+Artık endüstrinin kendi temel görevini anlaması zamanı gelmiştir: yaratıcı küf üretimi!
Şimdi endüstriye düşen görev, uzmanlarına, mühendislerine ve doktorlarına küf üretmek için manevi bir sorumluluk duygusu aşılamaktadır.
Yaratıcı  küf üretimi ve atmosfer etkisiyle değişim için ahlaki sorumluluk duygusu, eğitimle ilgili yasalara bağlanmalıdır.+
+Ancak küf içinde yaşayabilen ve yaratıcılıkla küf üretebilen teknisyenler ve bilim adamları yarına egemen olacaktır.+
Ve ancak nesneler, yaratıcı bir biçimde küfle kaplandıktan sonra –ki bundan öğreneceğimiz çok şey var- yeni ve olağanüstü  bir mimarlık ortaya çıkacaktır.

* Yalnızca 1958'de yazılmış olan ana metindir. 1959 ve 1964'te yapılan ekler dahil değildir.


Friedensreich Hundertwasser

7 Ekim 2011 Cuma

Bir eko-köy: Torri Superiore



“Torri Superiore” İtalya’nın Fransa sınırına yakın, Ventimiglia kasabasına bağlı bir Ortaçağ köyü. 13. yy’da bir dağ yamacına kurulmuş bu köy, taş duvarları ve ağır binalarıyla oldukça heybetli görünse de, aslında temel olarak üç ana binadan oluşuyor. Fakat bu ana binalar birbirine karmaşık bir labirentler-geçitler sistemiyle bağlanan 162 ayrı bölüme bağlanıyor.




1980’lerin sonunda, o sıralar daha çok terk edilmiş-harabe durumunda olan köyü, şehirden uzak alternatif bir yaşam arayan bir grup gönüllü ve Kültür Derneği, yeniden kurmak amacıyla bir araya gelmiş. Uzun süren çalışmalardan sonra köy, şimdiki haline kavuşmuş. 
Bugün, tamamen doğal bir yaşamın peşinde koşan bir grup insanın yerleşim yeri olmasının yanında, ekoloji üzerine çeşitli kurslar ve workshoplara katılınabilen, eğitim alınabilen bir yer olarak da hizmet veriyor. Buranın havasını solumak, bu küçük grupla tanışmak isteyen ya da faaliyetlere katılmak isteyen herkesin de ziyaretine açık.
Uzun süren restorasyon sürecinde, tamamen çevredeki taş ocaklarından ve yakınlardaki Bevera Irmağından çıkarılan yerel taşlar kullanılmış. Duvarlar, iç mekanlarda kireç bir plasterle kaplanmış ki bu, duvarların rahatça nefes almasını sağlıyor. Böylece, ısınma için tüm iç mekanların duvarlarını dolaşan (ve maksimum 18 derecelik bir sıcaklık sağlayacak şekilde tasarlanmış ısıtma sisteminin bir parçası olan) su borularına ragmen duvarlar nemden kurtulabiliyor. Orada yaşayan ve sayıları 30’a yakın insan için yemek pişirilen ana mutfakta bile, bu plaster sayesinde küften uzak kalabiliyorlarmış. Bu yüzden çimento kaplamayı hiç düşünmemişler.
Tüm kapı ve pencerelerin ahşap olmasının yanında, hepsi doğa dostu boyalarla boyanmış.
Elektrikte, vadinin doğal yapısı gereği rüzgar enerjisi elde edemedikleri için, doğadostu bir şirketle anlaşmışlar ve elektriklerini oradan temin ediyorlar. Fakat güneş enerjisinden sıcak su için yararlanılabiliyor. Tuvaletlerde ise iki türde yapılmış kompost tuvalet sistemi kullanılıyor.
İşin en güzel yanı, bu doğa dostu yaklaşımın, yalnızca inşa ya da restorasyon sürecinde kalmamış olmaması. Torri Superiore’de yaşam, her anlamda doğayla içi içe ve onun bir parçası. Örneğin yiyeceklerini, geleneksel-sürdürülebilir meyve ve sebze bahçelerinden sağlıyorlar.. Bunun yanında keçi ve tavuk gibi hayvanlar da doğal yiyecek ihtiyacına katkıda bulunuyor. Ekmek, makarna, zeytinyağı, keçi peyniri, bal, reçel, yogurt ve hatta dondurma.. Hepsi ev yapımı ve kendi köylerinde, kendi elleriyle ürettikleri malzemelerden yapılıyor. 

Olur da yiyecek satın almaları gerekirse yerel ve organik olanlar çevre pazarlardan temin ediliyor. Köyde, hiçbir şekilde dondurulmuş gıda, genetiğiyle oynanmış yapay-katkılı yiyecekler kullanılmıyor. Kışın, yemekler odun sobalarında pişiriliyor.
Az önce sözünü ettiğim 162 ayrı bölümün bir kısmı kişisel kullanıma açık, bir kısmı ise bir kültür merkezi olarak da varlığını sürdüren Torri Superiore’nin kültürel faaliyetleri ve ziyaretçi evleri olarak kullanılıyor.
Restorasyon süreci bitmiş değil, burada bir yandan insanlar yaşamaya devam eder ve kültürel faaliyetler yürütülürken, diğer yandan restorasyon da sürüyor.
Fotoğraflardan da anlaşıldığı gibi, Torri Superiore'de şahane bir hayat sürüyor olmalı. Yaşam alanı olarak harika olduğuna eminim, ama yalnızca burada sürdürmeyi başardıkları yaşamlar değil; aynı zamanda yürüttükleri faaliyetler de oldukça kıymetli.
Bu eko-köyle ilgili daha fazla bilgi almak için kendi sitesi olan http://www.torri-superiore.org/ ziyaret edilebilir. Ayrıntılı bir İngilizce kaynak için de, şu link faydalı.
İtalyanca bilenler ya da yalnızca görüntüleri izlesek de olur diyenler için ise şu videolar ilgi çekecektir:
http://www.youtube.com/watch?v=TlBrWATh6Rw
http://www.youtube.com/watch?v=mghIJdP64OU&feature=player_embedded#!