26 Eylül 2015 Cumartesi

her eve en az bir balkon!


benim doğup büyüdüğüm ve hâlâ kendimi ait hissettiğim küçük kasabada, balkonlar evin çok önemli bir parçasıdır. mevsimlere göre işlevi değişir ama azalmaz. kışın soğuk birer kiler gibi kullanılsalar da yazın canlanır, sosyal hayatın kaçınılmaz -hatta en önemli- parçası olurlar. hepsinden rengarenk şemsiyeler uzanır, çay bardağında dönen kaşık sesi (evet biz hâlâ çayımızı şekerli içiyoruz ^^), bazen zar sesi, aniden tüm sesleri bastıran kahkahalar, çocuk sesleri.. kısacası yaşar bizim balkonlarımız. ben mesela oraya gittiğimde, komşularımızla yolda ya da apartmanda karşılaşıp değil, balkona çıkıp sohbet ederim, yan komşumuz sevdiğim şeyleri pişirdiğinde oradan uzatır bizim balkona, bizimkiler köyden topladıklarını eve getirdiklerinde balkondan balkona mutlaka dolanır onlar.. mesela bizim balkon aynı zamanda küçük bir "bostan"dır. sadece oradan topladıklarınızla koca bir tabak salata yapabilirsiniz. çiçekler arası biberler, domatesler, nane ve maydonozlar.. sanmayın ki kocaman bir balkonumuz var, elimizdeki ne kadar neye yetiryorsa işte. ve o kadar küçük bir yerin ne kadar neye yettiğine inanamazsınız!

kim evinin böyle bir parçası olsun istemez?
ilk kez o kasabadan çıkıp yatılı okumak üzere yakınlardaki bir kente gittiğimde çok şaşırmıştım. balkonlarında yalnızca çamaşır kurutuyorlardı, tek bir sandalye bulamazdınız ve tek bir çiçek.. buna rağmen tüm apartmanlar balkonlarla doluydu. aklımın bunu neden almadığını anlarsınız.. şimdi istanbul'da yaşıyorum. balkonların çoğu tıpkı o kentteki gibi, yalnızca sigara içmek ya da en iyi ihtimalle çamaşır kurutmak için kullanılıyor. elbette pek güzel balkonlar var ama ne kadar az olduklarını buralara yolu düşmüş herkes bilir. o yaşayan balkonlardan birine bile denk geldiğimde nasıl seviniyorum bilemezsiniz, bir eve bayıldığım azdır ama balkonda iki yumuşak minder birkaç çiçek görsem çocuklar gibi şenlenirim..

küçücük bir yerde mucizeler yaratmak..
demem o ki bu kadar beton arasında hepimizin biraz nefes almaya, yaşadığını hissetmeye ihtiyacı var. ve hemen her evde minicik de olsa (şu fransız balkon denilen şeytan icadından bahsetmiyorum elbette!) bir balkon bulunuyor. işte o minicik balkonlarda bile güzel bir yaşam kurmak mümkün.. üstelik biraz yardım alarak şahane yeşillikli bir balkonunuz da olabilir. daha önce bu blogda "düşey bahçeler"den ya da "ağaç kiracılardan" söz etmiştim. (bkz: ara ki bulasın çubuğu ^^) bunları mikro düzeyde uyarlamanız mümkün. (mesela benim bahçemde bir karış bir toprakta inanılmaz meyve veren iki erik ağacı yetişti!) ha belki siz de benim gibi teknik bir sorun yaşıyor ve yeşillendiremiyor olabilirsiniz (fakat benim işimi doğaya bırakmak gibi bir lüksüm var bahçe olduğu için) o zaman atın bir minder, bir sehpa, bir iki çiçek.. oturun bir kahve için. "ful bina manzaralı" dahi olsa balkonunuz, emin olun havanız değişecek. o balkonların bir işlevi var: azıcık nefes! siz siz olun, "balkonları eve ekletip salonu genişletmek"ten uzak durun..

mesela böyle çiçeklerle karışık küçük bir sebze bahçesi için
bir ızgara ve bir duvar sayesinde çok da yere ihtiyacınız yok
bu ızgaralar da daracık bir alanda şahane fırsatlar yaratabiliyor.



buyrunuz mis gibi bir düşey bahçe

20 Eylül 2015 Pazar

bulutlar diyarında yaşayan köprüler kurmak


hayatınızda hiç yaşayan bir köprü görmüş müydünüz? bugün neredeyse tüm köprülerimizde metal konstrüktürler kullanıyor, olabildiğince sağlam inşa ediyoruz onları. yine de özellikle doğu karadeniz gibi zorlu coğrafyalarda geleneksel el yapımı köprüler hala bulunuyor. ahşaptan ya da ahşap ip karışımı asma köprülerden söz ediyorum. tarihi taş köprülerimize ise diyecek yok evet. ama "yaşayan köprü" derken yine de "doğayla barışık" bu köprüleri kastetmiyorum. gerçekten yaşayan köprüler..
Hindistan'ın khasi ve jaintia tepelerine yolunuz düşseydi bu köprülerden birinden geçebilirdiniz. gün geçtikçe yaşlanmaya ama aynı zamanda sağlamlaşmaya ve yaşamaya devam eden bu köprülerden.. tarihi de tahmin edebileceğiniz gibi yüzyıllar öncesine dayanıyor, aralarında 500 yıllık olanlar dahi var.

Hindistan'ın bu coğrafyasında muson yağmurları nedeniyle bolca akarsu bulunuyor. dolayısıyla çok da yeşil bir yer. bölgeye özgü ağaçlardan biri de bir tür kauçuk ağacı (ficus elastica) ve işte yaşayan köprüler bu ağaçlardan yapılıyor. çünkü bu türden kauçuk ağaçları, güçlü köklerinin yanısıra gövdelerinden de uzun kökler çıkarıyor. bunları akarsulardan karşıya geçebilmek için ilk kullananlarsa orada yaşayan kabilelerden meghalayalar (ki isimlerinin anlamı "bulutlar diyarı"ymış) olmuş. hem de yüzyıllar önce.


Kauçuk ağacının bu ikincil kökleri ihtiyaç olan yöne, yani akarsuyun karşı kıyısına doğru uzatmak için ikinci bir ağaçtan yardım almışlar. "betel nut" (türkçesini ne kadar aradımsa da sağlıklı bir sonuca ulaşamadım) adındaki bu yardımcı ağacın gövdesini bir tür "kök yönlendirme sistemi" olarak kullanarak, kauçuk ağacının ikincil köklerinin bu gövdeyi takip edip on yıllar içerisinde karşıya uzanmasını sağlayarak sağlam köprüler kurmuşlar. kökler karşıya kadar uzandığında yeniden oradaki toprağa giriyor ve sağlamca oraya da kök salıyormuş. yeterli bir zaman geçtiğinde (onlarca yıl içinde) köprü hazır oluyormuş.



uzun ve çetrefilli bir yol gibi görünüyor değil mi? halbuki doğanın hiç acelesi yok, eğer biz de Meghalayalar gibi doğamızdan bu kadar uzaklaşmamış olsaydık bizim de acelemiz olmaz ve bu zaman gözümüzden büyümezdi. çünkü belki yapım aşamasının uzun sürdüğünü düşünebiliriz ama ömürleri ise bunun onlarca onlarca katı. yani o ağaç orada yaşadığı ve kök salmayı sürdürdüğü sürece kullanabileceğiniz, büyük büyük büyük atalarınızın üzerinden geçtiği, bugünse sizin geçtiğiniz köprüleriniz olabiliyor. dahası bu köprüler aynı anda 50 kişiden fazlasını rahatlıkla taşıyabiliyor.


başka bir notu daha eklemekten geçemeyeceğim; meghalayalar anaerkil bir kabileymiş konuştukları khasi dilinde ağaç maskülen bir kelimeyken, ahşap feminen bir kelimeymiş. çünkü bu dilde bir şey "kullanılabilir" olduğunda dişi olarak addediliyormuş. bu durumda bu köprüler de ağaçtan olmakla birlikte dişi sayılıyor.

tüm bu yazıları okuduktan sonra -biliyorum zor ama- yolum düşse de bu yaşayan köprüleri görebilsem, ağacın köklerine tutunarak yüzyıllardır oradan akmakta olan akarsuların üzerinden geçerken bu sihri yaşayabilsem diye dilemeden edemedim. dilerim bir gün.. bir gün..


17 Eylül 2015 Perşembe

değirmenlere karşı..


yeldeğirmeni deyince aklınıza ne gelir? benimkine önce don kişot sonra holanda ve danimarka. biraz daha zorlarsam cunda da derim :) (evet klişe bir insanım) fakat itiraf etmeliyim ki aklıma asla iran gelmezdi. aranızda yeldeğirmeni deyince aklına iran gelen biri varsa lütfen ses etsin, eminim şu yazıyı yazmaya girişmiş halimden bile daha çok şey biliyordur, ben de öğrenmek isterim.
iran'ı bugünüyle değerlendirmek büyük tehlike olurdu, dünyanın en şahane bilimini, sanatını üretmiş bir coğrafya çünkü. ve inanır mısınız ilk yeldeğirmenlerini de onlar yapmış. yeldeğirmenlerinden söz edildiğine ilk kez eski yunan kaynaklarında rastlanılsa da, işi icraate döken iranlılar olmuş ve biliyor musunuz hâlâ yeldeğirmenlerinin bu ataları iran'da yaşıyor..

horasan yakınlarındaki rüzgarıyla ünlü nashtifan bu yeldeğirmenlerine ev sahipliği yapıyor. yöre rüzgarları o kadar kuvveliymiş ki "nish toofan" (tufanın gazabı) olarak anılıyormuş yörede. fakat bunu avantaja çevirmişler ve inşa ettikleri kendilerine özgü bu değirmenlerle tahıl öğütüp un üretmişler.

bu yeldeğirmenlerinin tarihi 16. yy safevi devrine kadar uzanıyor. tamamen bölgenin yerel malzemelerinden; kil ve saman karışımından yapılmışlar. tabii bir de ahşap. alışılmış yeldeğirmenlerinin aksine, tek bir doğrultuda uzanan 6-8 arası 15-20 m.lik birkaç dikey pervaneden oluşuyor. rüzgar, pervanelei döndürmeye başladığında, mekanizma harekete geçiyor ve tahıllar muhafazasından dökülüp öğütülecekleri yere girip una dönüşüyor. göze oldukça ilkelmiş gibi görünüyor olabilirler ama öyle görünen pek çok şeyde olduğu gibi yanılmaya hazır olun. saatte 120 km hızda dönebilen bu değirmenler bugün hala çalışır durumda. 2002'deyse iran kültürel mirası olarak resmen kayıtlara geçmişler.

bazen en basiti gerçekten de en iyisi. içinde bulunduğu coğrafya için bu kadar basit ama bu kadar işe yarayacak ve hiçbir şeye zarar vermeden yalnızca eldeki olanakları değerlendirerek yapılmış bu değirmenler tam da bunu kanıtlıyor. yüzyıllardır ayakta ve çalışır durumda kalmış ama tek bir zarar vermeyip bilakis fayda sağlayan ne üretebiliyoruz ki artık? don kişot iran'da yazılsaydı olaylar nasıl gelişirdi bilinmez ama artık en çok kullanılan kavramlardan biri haline gelmiş "sürdürülebilir" tam olarak ne demek ve ne işe yarıyor diye gerçekten ve samimiyetle şapkamızı önümüze koyup düşünmeliyiz..

not: yazı boyunca aklımda çalan şarkıyı doğru tahmin ettiniz..







8 Temmuz 2015 Çarşamba

dünyanın tüm renkleri birleşin! / gri boya bitene kadar!


sizi bilmem ama ben boş ya da renksiz bir şey -özellikle de duvar- görünce aklıma ilk gelen şey onu boyamak oluyor. çizim bakımından bir yetenek abidesi sayılmam ama boyalarla aram iyidir. gri bir şey görmektense renkli bir şeyler görmeyi her zaman daha keyifli bulurum. oysa yaşadığımız şu sıkıcı çağda -özellikle de kentte yaşayanlarımız için- gri betondan çok gördüğümüz bir şey yok. hani bir niyetlenip boş sıkıcı duvarları renklendirmeye kalksak kimbilir ne çok işimiz olurdu! hatırlarsınız (hatta hiç unutmamışızdır) sadece basamakları rengarenk boyanan merdivenler bile nasıl da şenlendirmişti hayatlarımızı. fotoğraf çekmelere doyamamıştık topluca :) ama o zaman dahi tahammülsüzler iş başındaydı, insan renklerden neden korkar diye sormadan edememiştim. (cevabını hâlâ bulamadım. geçtiğimiz ay da benzer bir olay yaşadık; şehrin kırışıklıkları/wrinkles of the city isimli proje kapsamında sanatçı JR'ın balat'ta bir yapının üzerine yaptığı şahane portre bir anda büyük bir muammaya dönüşüp yok edildi. belediye ve alakalı tüm birimler sorumluluğu üstlenmezken, merdivenle üstü boyanamayacak kadar büyük olan resmin nasıl tahrip edildiği açıklığa kavuşmuş değil. proje yetkilileri kendilerine verilen bilgide polis tarafından tahrip edildiğini söylemişler. projenin türkiye direktörü camille antunes ise başka bir noktadan daha bakarak; "yalnızca kağıt, doğal yapıştırma malzemesi ve insan emeği ile yapılan portrenin kapatılması için kullanılan gri boya aynı masumlukta değil." demiş. ne denebilir ki.. tabii türkiye'de sokakların duvarlarında, okul ve hastane dahil tüm binalarda en revaçta rengin gri olduğunu bilemezlerdi (merak ediyorum da gri boya için sağlam ihale dönüyor olmalı değil mi?) biz şahane duvar yazılarının, gökkuşaklı merdivenlerin, 
grafittilerin, duvar resimlerinin griyle boyandığına hayıflanaduralım, bakın dünyada neler oluyor..


yukarıdaki bu resim ispanya ordes'ten blu'nun bir çalışması. (yeri gelmişken; blu'nun büyük patlama ve evrim üzerine yaptığı şu animasyonu izlemenizi şiddetle öneririm. spoiler vermek gibi olmasın ama hala nükleer santral yapılmaya çalışılan şu günlerde de pek anlamlı)


yine ispanya'da sam3 tarafından çizilmiş bu örnekse murcia'da bulunuyor.



sırüstü yatıp kahkaha attığını hayal ettiğim bu timsah atlanta'da "yaşayan duvarlar konferansı" için ROA tarafından çizilmiş..


bu rengarenk örnekse os gemeos'a ait. boston'da yapılmış. yeşil yol denilen üzerinde bulunduğu bu yoldaki en renkli çalışma, modern sanatlar akademisinin bir etkinliği için tasarlanmış.





Yukarıdaki bu ortaçağı anıştıran duvar resimlerine de bayıldım. avusturalya'da 38 m.lik bir silonun üzerine yapılan bu duvar resminin yapım videosunu da şu linkten izlemenizi tavsiye ederim. muhteşem çalışmalar, çok keyifli işler..




yukarıdaki duvar resmi bana bizim silinen jr portresini hatırlattı, etam tarafından polonya lodz'da yapılmış. ama jr'ın yaşlı adamı gibi "madam tavuk"tan kimse rahatsız olmamış. tavuğuna sarılmış yeşil eşarplı bu teyze sessiz sedasız caddeyi izliyor. kim ondan rahatsız olabilir ki zaten?




bu duvar resmi ise newcastle'dan. ROA tarafından yapılan bu çalışmanın adı "mahşerin dört atlısı" yapımı yalnızca üç gün sürmüş..


şu meşhur öpüşen çift fotoğrafını bilirsiniz.. eduardo kobra tarafından new york'ta yapılan bu öpüşmeli duvar resmi burada olsaydı olacakları düşünemiyorum bile..


kabul ediyorum biraz kasvetli ama dublin'e de yakışmış doğrusu. çalışma dermot mcconaghy'nin..

tabii bu örnekler yazmakla, konuşmakla bitmez. çünkü dünyanın dört bir tarafında pek çok farklı kültürden ülke bu tarz çalışmaları destekliyor ve hatta iş o boyutlara varıyor ki; bu resimlerin olduğu yerler artık birer turistik çekim merkezi haline geliyor. daha önce şu yazıda bahsi geçen belçika'daki çizgiroman rotası gibi örneğin. doğrusu beni turistik cazibe falan ilgilendirmiyor ama yapılış/korunuş sebebi bu dahi olsa benim için tamamdır. biraz renk görmek, biraz yaratıcılık görmek her zaman iyi gelir.. daha güzel sokaklarda gezmek dileği ile..

14 Mayıs 2015 Perşembe

raydan çıkmış bir proje: rolling masterplan


bu sabah içinde link olan bir mesaj geldi. ilk önce üstünkörü baktım ama sonra gün içinde tekrar düştü aklıma (teşekkürler ^^).. bir daha düşündüm de nasıl güzel bir fikir! norveç'te andalsnes kenti için açılan uluslararası bir master plan yarışmasına katılan bir projeden söz ediyorum: rolling masterplan.


rolling masterplan, isveçli bir mimarlık ofisi jagnefalt milton mimarları tarafından tasarlanmış. 3.lük ödülüne layık görülen projede, şehrin eski endüstriyel tren hatları, yenilerini de eklenip geliştirilerek, seyyar bir kent yaratmak için kullanılmış. aslında kent seyyar değil ama kentteki yapılar seyyar; yani mevsime, ihtiyaca göre bu raylar üzerinde gezinecek bir yerleşimden söz ediyoruz. şahane bir fikir değil mi? her ne kadar tasarımdaki yapıların tekdüzeliği sıkıcı görünse de, fikre diyecek hiçbir şeyim yok. 


malum bu blogda seyyar pek çok evden söz edildi; tekerlekli evler, karavanlar, yüzen evler.. fakat raylı bir evden, hele hele raylı bir kentten hiç söz edilmemişti. siz yine de ev dediğime bakmayın; proje yalnızca evleri değil, bazı kamusal alanları da içeriyor: otel, konser alanı,  kimbilir belki iyi olacak hastanın ayağına hastane bile gider :)


üstelik andalsnes tam bir sakin kuzey kenti, dağların arasında, masmavi, yemyeşil, cennetten bir parça sanki. yani tasarımın fotoğraflarına aldanmayın, öyle güzel görünüyor ki, masal gibi bir kent olmaktan, 'masalkent'in ta kendisi olmaya yalnızca rayda giden binalar kadar uzak!





bilenler bilir, bu blogda bu kadar renksiz, köşeli, tekdüze yapılar yer almamıştır. fakat hazır böyle bir fikir bulmuşken hayal de mi kurmayalım? böyle bir kentte yaşamak şahane olmaz mıydı? binaları renklendirirdik el birliğiyle ne olacak.. projeden haberdar olur olmaz gözlerimin önünden, miyazaki filmlerinden fırlama rengarenk, şekil şekil renk renk raylı yapılar geçmeye başladı, her yer yemyeşil, güneşlik.. masal diyarı gibi.. 

mesela Studio Ghibli elinden çıkma bu kiki evi gibi bir ev,
bacasından dumanlar çıkara çıkara raylarda gezse güzel olmaz mı?
ya da eve gitmek için durakta beklemek yerine, durakta evi bekleseydik..
raylarda giderken, güneşli bir günde saçlarımızı rüzgara bırakabilseydik..
ne bileyim böyle rengarenk bir hayat olabilseydi işte ve keşke..


iyi dileklerle..

29 Mart 2015 Pazar

bir ağaç ev mimarı: takashi kobayashi


mimarlık okumamış, tasarımını cetvellerle yapmayı öğrenmemiş ama yine de yaşam alanları inşa eden insanlara bayılıyorum! işte takashi kobayashi de onlardan biri; kendi kendini eğitmiş bir japon tasarımcı-mimar. kendi deyimiyle de bir "ağaç ev insanı". web sayfasında ingilizce özgürlük anlamına gelen freedom kelimesini treedom olarak kullanmış ve aslında bir mimar değil, sanar ve serbest dışavurumla doğa ve insan arasındaki ayrımı kıran biri olarak tanımlamış kendini. "bizim değerlerimizi ve özgür ruhumuzu paylaşan insanlar için bulduğumuz tanım 'ağaç ev insanları'dır" diyor aynı sayfada.

evet tahmin edebileceğiniz gibi, kobayashi ağaçlara evler yapıyor. ev dediysek hepsi ev olarak kullanılmıyor elbette, sözün özü; ağaçların üzerine konuk olmuş yaşam alanları inşa ediyor. 120 ağaç evin mimarlığını ve marangozluğunu kendi elleriyle yapmış. her bir tasarımına bir seremoniyle yaklaşıyormuş gibi görünüyor. minik maketler yapılıyor, planlar çiziliyor, her bir parçası tek tek elle imal ediliyor. herhangi biri diğerinin aynı değil, hiçbiri düz hatlara sahip değil ve hepsi sanki misafir olduğu ağacın bir parçası gibi görünüyor. o yüzden söylediği gibi, doğayla insan arasındaki perdeyi araladığına katılmamak elde değil.

kobayashi'nin ağaç evleri arasından biri özellikle dikkate değer. ciddi hastalıklara sahip çocuklar için yapılmış olan Solaputi Çocuk Kampı, hastalıkları nedeniyle diğer çocuklar gibi koşup oynayamayan, dışarıda vakit geçiremeyen çocuklara eğlenceli zamanlar vadediyor. dört ağacın ortasına kurulmuş olan bu ağaç ev, yerden 8 metre yüksekte. The Japan Times'a verdiği röportajda "burası, hastanede vakit geçirmek zorunda kaldıkları için hayatlarında dışarıda oynayamayan, solunum cihazı türünden medikal cihazlara bağlı yaşamak zorunda kalan çocuklar için" diyerek yapının misyonundan söz etmiş.

Kobayashi tam bir doğa aşığı, doğaya büyük saygı duyan biri, hatta önünde asyaya özgü o sükunetle saygı duruşunda bulunan biri demek daha doğru belki de. Peki nasıl mı başlamış ağaç evler inşa etmeye? aslında ilginç bir öyküsü var.. "küçükken gezi programları ve doğa belgeselleri izlemeye bayılırdım ve hep amazonlarda bilimsel araştırmalar yapmanın hayalini kurardım" diyor. ne yazık ki arası bilimle hiç iyi olmamış.. fakat bu eski belgesel sevdası onu TV programları yapmayı meslek edinmeye kadar götürmüş. çok geçmeden bu mesleğin kendisine göre olmadığını farkederek mesleği bırakıp seyahat etmeye başlamış. İkinci el kıyafet satma işleriyle uğraşıyor, bir yandan dünya gezilerine devam ediyormuş. Bir gün sık gittiği bir antikacıda, bir ağaç ev sembolü görmüş ve çok beğenince antikacı ona hediye etmiş sembolü. çok değil 18 ay kadar sonra, bu sembolden de aldığı ilhamla bir ağaç ev inşa etmiş. kaçış adındaki bu ağaç evin açılışı, bar olarak kullanılmak üzere 1992'de yapılmış. "bir odanın içinde ağaç bulunmasını çok heyecan verici buldum. Ağaç içeriye rüzgar ve yağmur suyu taşıyordu" diye anlatıyor bu ilk deneyimini. Ardından Boston'da Peter Nelson tarafından yazılmış ağaç evler kitabını almış ve bu kitabın ardından tesadüfler yollarını kesiştirmiş ve Kobayashi, Nelson'la tanışma fırsatını bulmuş. Hikayeyi şöyle anlatıyor; "Nelson'la tanışıp ona kitabını aldığımı ve bir ağaç ev inşa ettiğimi söyledim. Ona Tokyo'da yapacağı projede asistanlık yapmamı istedi. Ardından bana Oregon'da dünyanın ilk ağaç ev konfreransını düzenleyeceğini ve benim de Japonyanın temsilcisi olarak katılmamı istedi. ben de katıldım."

sanırım Kobayashi için, ağaç ev kariyerinin daha iyi bir başlangıcı olamazdı. sonrasında ise kendini durduramamış olacak ki yüzü aşkın ağaç ev inşasına imza atmış. fotoğraflarda da görülebileceği gibi, her biri kendine özgü bu ağaç evler, her ne kadar farklı amaçlara hizmet de etse, her biri nasıl da davetkar. ben hiç ağaç evde yaşamadım, dahası hiçbir zaman bir ağaç eve adımımı atmadım ama doğrusu bir ya da birkaç ağacın evsahipliği ettiği bir mekanda vakit geçirebilmek, yaşayabilmek ya da çalışabilmek son derece şifalı olurdu eminim.. kobayashi'ninkiler de insana böyle hissettiriyor, sanki her biri şahane birer inziva alanı gibi. kim istemez ki..