Daha önceki yazılarımdan birinde Hundertwasser ve yapı doktorluğundan söz etmiştim. Hundertwasser’in benim en sevdiğim çalışmalarından
biri olan KunstHausWien de yapı doktorluğu ile "iyileştirdiği" çalışmalarından biri. Bir modern
sanat müzesi olarak kurulan ve günümüzde de aynı işlevle çalışmalarını sürdüren
KunstHausWien, elbette Hundertwasser’den bekleneceği gibi sıradan müzelerden
son derece farklı.
19. yüzyılın sonlarından kalma bir
yapının üzerinde uyguladığı yenileştirme çalışmalarıyla bugünkü halini alan
KunstHausWien, Viyana’nın üçüncü bölgesinde bulunuyor. Hundertwasser
Haus’a çok yakın bir bölgede olan bu müze, seramiklerle tasarlanmış siyah
beyaz damalı cephesiyle ve ‘ağaç kiracılarıyla’ bölgenin ağırbaşlı, anıtsal
tarihi binaları arasında, deyim yerindeyse “Buradayım! Hadi gelin!” diye
sesleniyor. Müze, uluslararası geçici sergilere ev sahipliği yapmasının
yanısıra, aynı zamanda bir Hundertwasser müzesi.
Hundertwasser'in 1989'da yakın arkadaşı Joram Harel'le birlikte bulduğu yapının yenileme çalışmaları 1991'de bitmiş. Bu yapı, daha önceden bir aile şirketi –Thonet Kardeşler Mobilya
Fabrikası- olarak hizmet veriyormuş ve aslında iki ayrı binadan oluşuyormuş. Yenileme işlemleri sırasında iki bina birleştirilmiş. Yine de yapının temel iskeletine dokunmadan yenileme konusunda özel bir hassasiyet gösteren Hundertwasser’in yapının bünyesine doğrudan yaptığı iki
müdahale var: arka tarafta bulunan avlu kısmına eklenmiş bir
merdiven boşluğu ve yapının ön cephesine sütunlarla desteklenerek yapılmış bir
çıkma.. Ön cepheye yaptığı camlı çıkma, iç mekanı genişletmenin yanında,
sergi alanına ışık sağlamayı da amaçlıyor. Bunun dışında yapılan en temel
değişiklikler, yapının –zaten buna elverişli olan- zeminini dalgalı hale
getirmek, Hundertwasser mimarisinin tipik öğelerinden rengarenk sütunlar
eklemek ve yapının giriş katına -dünyanın değişik yerlerinden getirilmiş
taşlarla oluşturulmuş bir çeşme tasarlamak olmuş.
Müze son haliyle, toplam dört katta 4000
m2’lik bir sergi alanına sahip. Giriş katında, resepsiyon, bilet gişesi,
kafe-restoran ve dükkandan oluşuyor. Girişin üzerindeki iki kat
Hundertwasser’in çalışmalarının tümünü –resimler, dokumalar, modeller, kişisel
belge ve fotoğraflar- kapsayan daimi bir sergi bulunuyor. Bunun üzerindeki iki
kat ise uluslararası çağdaş sergilere ev sahipliği yapıyor. En üstte ise, Hundertwasser'in kendine ayırdığı küçük bir alan var. Burada aynı zamanda bir teras bahçesi de bulunuyor. Hundertwasser'in burada geçirdiği zamanlarda terastan görülen kent manzarasında Viyana’nın simgesi haline gelmiş yapıları görebilmesi de mümkün olması ona çok kereler ilham vermiş olmalı: Hundertwasser Haus’un soğan kubbesi, St. Stephan Katedrali, Spittelau Heatin Plant’ın ışıldayan altın kubbesi ve elbette yukarıda gökyüzü..
KunstHausWien’in yenileştirme sonrası en
dikkat çekici özelliklerinden biri cephesi. Hundertwasser yapıları
‘iyileştirirken’ cephelerinde çarpıcı değişiklikler yaratmayı seviyor. Bu da
onun tasarımlarını Viyana gibi caddeler boyunca uzanan çoğu tarihi ve ağırbaşlı
binalar arasında, -belki başka bir şehirde olacağından daha çok- dikkat çekici
kılıyor. Müzenin cephesi, düzensiz, kareleri bozulmuş bir satranç
tahtasını andırıyor. Hundertwasser tasarımlarında siyah ve beyaz renkleri,
Viyana Sezessiyonunun bir simgesi olmasının yanında, ışık ve karanlık gibi
zıtlıkları simgelediği için de tercih eden bir sanatçı olarak, kendi müzesinde
de bu renklerin üzerinde durmayı tercih etmiş. Kendisi cepheyi şöyle tanımlıyor: “cephe tam olarak doğrusal ve
düzlemsel değil, girintili çıkıntılı. Biçimler bozuldu ve mozaiklerle kesintiye
uğratıldı. Siyah-beyaz, düzensiz bir dama tahtası motifi ızgara sistemin dağılışını,
parçalanışını simgeliyor.” Elbette, Hundertwasser tasarımı dendiğinde gözün
aradığı canlı renkler ise küçük ayrıntılarda; pencerelerin kilit taşlarında,
çerçevelerinde ve girişteki sütunlarda patlamış.
Bu sütunlar, “Bir sütunun yanında dikilmek, insana bir ağacın yanında
dikiliyormuş gibi iyi hissettirir” diyen Hundertwasser’in hemen her
çalışmasında gördüğümüz öğelerden biri.. Almanya’da
yapılıp Avusturya’ya taşınan sütunların hepsi el yapımı.
Sanatçının başka bir tipik uygulaması
olan kendi tanımıyla ‘ağaç kiracılar’ ise cephede ve yapının terasında en
dikkat çekici özelliklerinden biri. Pencerelerden dışarı doğru büyüyecek
şekilde yerleştirilmiş ağaçlar ve yanısıra sarmaşıklar, Hundertwasser’in
betonlaşmış şehirlerimizde doğaya daha yakın olmamızı sağlayacak yeşil alanlar
yaratma fikrinin önemini vurgularcasına, birbirine bitişik yüksek binalar
arasında tek yeşil alan olarak KunstHausWien’i daha canlı, daha doğaya yakın ve
dolayısıyla daha ‘yaşayan’ bir bina haline getiriyor.
Sanatçının ön cephede kullandığı
siyah-beyaz damalı düzenleme arka cephede de tekrarlanıyor; Hundertwasser’in yapıya siyah bir merdiven boşluğu eklemiş olduğu arka tarafta
bir avlu bulunuyor. Cafe-restoran olarak kullanılan avlunun zemini ve yapının ön
cephesindeki giriş ve avlu, yenileme sırasında granit bloklarla, Hollanda
tuğlası ve Franz Josef zamanından kalma eski tuğlalarla kaplanmış. Yine hem
avlunun hem giriş kısmının zeminleri bozularak, dalgalar yaratılmış.
Hundertwasser’e göre kullanılan farklı malzemeler ve zeminin dalgalandırılması,
hem yapıda çalışan ustalara yaratıcılık fırsatı tanıyor hem de gelen
ziyaretçilere keyif sunuyordu.
KunstHausWien ile ilgili bir
açıklamasında düz zeminin mimarların icadı olduğunu ve insan ruhuna
uyuşmadığını söyleyen Hundertwaser'e göre modern insan, düz asfaltlarda ve beton zeminlerde
yürümeye zorlanıyordu; bu, insan sağlığını, dengesini ve huzurunu bozmaktaydı.
Düz olmayan zeminler ayaklar için bir melodiye, bir senfoniye dönüşüyordu;
dolayısıyla insan sağlığını, dengesini korumak için çözüm; düz zeminleri bozmak,
dalgalı hale getirmekti. Bu yüzden KunstHausWien’de de hem içeride hem de
dışarıda ayaklar için melodiler yaratmayı, güzelliğe ulaşmayı amaçladı; sergi
salonları da dahil olmak üzere düz zeminleri bozarak, dalgalı hale getirdi. (*İlginç
bir tesadüf olarak düz olandan daima kaçan ve zeminleri dalgalı ya da pürüzlü
hale getirmeye çalışan Hundertwasser gibi, bu yapıyı daha önce kullanan Thonet
kardeşlerin de eğimli yüzeyler üzerine kafa yormasıydı. Thonet Kardeşler,
yaptıkları mobilya çalışmalarında eğimli hatlar kullanabilmek için kullanılan,
mobilyayı ısıtarak eğim verme ilkesine dayanan bentwood tekniğini
uyguluyorlardı ve aynı zamanda bu tekniğin öncüleriydiler.)
Tabii, hele de o dönem için bunun ne
kadar sıradışı olduğunu tahmin etmek zor değil, dolayısıyla olumsuz eleştiriler
de olmuş. Örneğin Boston gazetesinde çıkan bir tanıtım yazısında zeminin
dalgalı olduğu vurgulanarak, gidecek insanların bastıkları yerlere dikkat
etmeleri gerektiğinin üzerinde durulmuş. Bunun yanında “duvarları, korkunç bir
dansla meşgul gibi görünen” müzeye yapılan en iyi tanım ise ‘kitsch’ olmuş..
Tanım her ne olursa olsun, gerçekten de içinde dolaşırken, gezilebilecek sergilerin yanısıra müzenin kendisi de gözler için bir bayram gibi. Elbette ayaklar için de melodi.. Başka bir dünyaya, Alice'in harikalar diyarına gitmiş gibi bir havada dolaşmak, oturup bir şeyler yiyip içebilmek paha biçilmez. Eminim oralarda yaşasam, uğrak yerim kaçınılmaz olarak orası olurdu. Her noktasıyla insanı büyüleyen bu müzenin fotoğraflarını paylaşırken, kendi çektiklerimi kullanmak isterdim fakat bozuk bir harddiske hapsolmuş fotoğraflardan faydalanamadığım için internetten bulduğum fotoğrafları kullanmak zorunda kaldım. Yine de her birine baktıkça, yeniden orda olmayı dilememek elimde değil. Umarım en azından bir kez daha ayaklarıma ve gözlerime bu melodileri yeniden dinletebilirim..
Muhteşeeemmm, ben de gitmek istiyorum. Hatta todo listeme bile ekledim. Aslında sen bir gezi mi düzenlesen böyle kültür/tarih/yapısal bilgiler eşliğinde, ne güzel olurdu, hem para da kazanırdın ;)
YanıtlaSilah ne güzel bir yorum olmuş bu :) çok teşekkür ederim!
Silumarım yapılacaklar listesinde sıra bu maddeye çok geçmeden gelir.
çok seveceğine eminim ve umarım ben de arayı fazla açmayacağım :)