doğal yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
doğal yaşam etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Temmuz 2018 Çarşamba

bir hayali inşa edip yuvaya dönüştürmek



Kabul ediyorum bir şeyden büyülenme eşiğim epey düşük ama siz de kabul edin; bu ev sizce de şahane görünmüyor mu?



kuzey norveç'te sandhornøya adasında bulunan bu ev neredeyse dünyanın çatı katında yer alıyor. öyle ki burası kuzey ışıklarını izleyebileceğiniz ama öte yandan kuzey kutbunun çetin yaşam koşullarını da beraberinde getiren bir yer. ev hjertefølger ailesine ait. aile bu soyadını sonradan kendileri seçmiş; kalbini takip edenler anlamına geliyor. güzel bir seçim..





benjamin ve ingrid hjertefølger için bu jeodezik cam kubbe altındaki evlerini inşa etmek tam gün mesaiyi içeren iki yıllarını almış. 
bu bloğun başlangıcına vesile olan simon dale ve ailesinden beridir en sevdiğim şey çocuklarıyla birlikte bir yuva hayalini gerçekleştiren aileler ve onların "yuva"ları. bu aile de aynı sıcak hisleri yaşattı, bunu yakından görebilmek için şu videoyu izlemenizi mutlaka tavsiye ederim. 
Güneş enerjisi kullanan, 3 katlı, 5 odalı, bahçeli bu ev 6 kişilik bir ailenin ve dostlarının tüm ihtiyaçlarını doyasıya karşılayacak koşullara sahip. hatta normalde çok az güneş alan bir coğrafya olduğu için zor yetişen sebze ve meyveler onların kubbesi altındaki bu bahçede normalden daha sağlıklı ve uzun süre yetiştirilebiliyor. 



atıklarını kompost, kirli sularını ise bahçe sulaması için kullanıyorlar. olabildiğince doğayla barışık bir yaşam alanı kurmayı başarmışlar. 
güneş enerjisinden faydalanmaya yarayan jeodezik kubbe aslında onların mikro evreni gibi olmuş. içine de cob evlerini oturtmuşlar. aslında önce dostlarıyla birlikte büyük bir el (ve hatta ayak) emeğinin ürünü evi inşa edip sonrasında üzerini bu kubbe ile kaplamışlar. 8 aralık 2013'te ise yuvalarına kavuşmuşlar. peşisıra 4. çocukları da aileye katılıvermiş. eğer videoyu izlediyseniz çocukların ne kadar mutlu olduğunu görmüşsünüzdür. verilen emek karşılığını bulmuş. 


ingrid hjertefølger evlerinden söz ederken inşa sürecinin yalnızca evlerini değil onları da şekillendirdiğini, bu evi inşa ederken kendi ruhlarının da şekillendiği karşılıklı bir süreçten geçtiklerini vurguluyor. her bir duvarında parmak izlerinizin olduğu bir yaşam alanı inşa etmek gerçekten dönüştürücü bir deneyim olsagerek. netice de çok güzel olmuş. 





daha önce de sözünü ettiğim gibi cob evler (toprak, kil ve samandan müteşekkil) size yalnızca evi inşa etme değil ona biçim verme, onu adeta bir heykel gibi şekillendirme imkanını barındırıyor. yangına ve depreme karşı çok dayanıklı, üstelik de ucuz. bu sayede ev, dayanıklılığı ve kullanışlılığının yanısıra çocuklar ve ailenin geri kalan sakinleri için de adeta içlerinde yaşadıkları bir canlı gibi. onlara kendini açmış canlı, doğal, yaşayan bir ev.. size de miyazaki'yi hatırlatmıyor mu?



bu yaşayan evin de bir çeperi var tabii, bu jeodezik kubbe yaklaşık 15 m. çapında ve 6 mm. kalınlığında 360 panelden oluşuyor. tahmin edebileceğiniz gibi sert rüzgarlara, yoğun kar kütlelerine dayanıklı bir yapısı var. bu panelleri tutan alüminyum geri dönüştürülmüş bir malzeme. yaklaşık 100 yıl kadar minimum bakımla yaşayabilen bir dayanıklılığa sahip ve üzerindeki 11 pencere de vantilatör etkisi yaratacak şekilde tasarlanmış. 
görüldüğü gibi ev aslında içi ve dışıyla oldukça eğimli, yumuşak hatlara sahip. kubbeyi oluşturan üçgen panellerin düz çizgileri de neredeyse etkisi olmayacak şekilde bu eğimli hatların etkisi altında hissedilmiyor. özetle tam da yaşamak isteyeceğim gibi bir ev. üstelik kuzey ışıklarını da izleyebiliyorsunuz, daha ne isterim ki!




evle ilgili yazıyı ingrid'in kendi yorumuyla bitirmek istiyorum:

"bu evin içinde dolaşmak başka evlerde dolaşmaktan farklı. atmosferi eşsiz. evin öyle bir dinginliği var ki neredeyse sükuneti duyar gibisiniz. açıklaması zor ama bu evi bir başkası bizim için tasarlasa ve yapsaydı ya da evin düzgün kenarları, keskin köşeleri olsaydı bu hissi duymak imkansız olurdu."
tıpkı canım hundertwasser'in de dediği gibi: "Düz çizgi yaratıcı değildir, tekrarlanan bir taklitten öteye gitmez. içinde tanrı ve insan ruhundan çok, rahatına düşkün, beyinsiz karıncası kitlesi yaşar."




*fotoğraflar inhabitat ve threehugger sitelerinden alınmıştır.




15 Haziran 2017 Perşembe

matmata'nın kuyu evleri


Bizler yeraltı evlerine, hatta yeraltı şehirlerine coğrafyamız itibariyle çok da yabancı sayılmayız. şu an bile pek çoğumuzun aklına hiç değilse kapadokya gelmiştir.
malum ki sıcak hava şartlarının çetin olduğu coğrafyalarda mağara evler, yeraltı evleri yaşamı çok daha konforlu kılıyor. bir kere doğal bir yalıtıma sahip oluyorsunuz, daha güvenli ve her şeyin ötesinde mümkün olduğunca da doğayla iç içe.



bu fotoğraflarda gördüğünüz geleneksel mağara evleri -ki ben kuyu evler diyeceğim- tunus'un matmata berberilerinin elinden çıkma. matmata tunus'un güneyinde küçük bir bölge. tahmin edilebileceği gibi son derece yüksek hava sıcaklıkları yerli halkı işte bu evlerde yaşamaya yöneltmiş. her ne kadar mağara ev olarak ifade ediliyor olsalar da, tam da az önce bahsettiğim gibi kuyu ev demek daha doğru olur. çünkü bu evler, yerde büyük bir kuyu kazılıp, dairesel kuyunun etrafına odalar yapılarak inşa ediliyor. başka bir deyişle yer altında evler oyuluyor. evlerin inşası için başta kazılan kuyu ise sonradan avlu görevi görüyor. hatta olay bu kadarla kalmıyor; bu avlular da koridorvari geçitlerle birbirine bağlanıyor ve evler birbiriyle bu şekilde ilişkilendiriliyor. aslında biraz hantal da olsa bu geçitlerle inşa edilmiş bir yeraltı labirentinden söz edilebilir.



peki nasıl oluyor da oyulabiliyor bu zemin? aslında bunu -tahmin edebileceğiniz gibi- kolayca el aletleriyle oyulabilen kumtaşı yapısı sağlıyor. kolay oyulabiliyor olsalar da yüzyıllardır dayanan evlerin varlığına bakılırsa yeterince sağlam bir yapısı da olmalı. kaynaklara göre bölgede tunuslular bu tarz evleri binlerce yıldır inşa etmekte..



elbette bu geleneksel yapılar bugün çoğunlukla turistik merkezler olarak yaşamına devam ediyor. berberilerin kendilerini daha güvende hissettiği tarihlerden itibaren bu evlerin yapımında azalmalar başlamış ve yine kısmi serinlik ve yalıtım sağlayabilecekleri ama bu kez yerin altında olmayan evler inşa etmeye yönelmişler. bu geleneksel yapılardan bir kısmı bugün otel olarak da hizmet veriyor. hatta sidi driss isimli otel star wars'da luke skywalker'ın evi olarak da kullanılmış.


sahiden de -en azından fotoğraflara bakıldığında- fantastik bir havası var bu yerleşkelerin. ne yalan söyleyeyim önce bir kuyu kazıp, oraya odalar oyup kazdığın kuyuyu bir de avlu edinmek tatlı fikirmiş. kendi kazdığı kuyuya düşmek her zaman da berbat bir şey olmasa gerek..

4 Mart 2017 Cumartesi

bogdan pekalski'nin "hobbitowa"sı


bogdan pekalski insanların kendi yaşam alanlarını inşa edebilmesinden yana olanlardan bir polonyalı. önceleri bahçe tasarımı ve iç mimari üzerine çalışan pekalski, altı yıl kadar önce krywcza'da küçük bir arazi satın alıp işte bu güzel evi "hobbitowa"yı yapmış. güzelliği, pekalski'nin hayallerinde yaşattığı, belki yatmadan önce gözünde canlanan o yuva olmasından geliyor. ama en sonunda öyle bir yere dönüşmüş ki bana kalırsa sadece onun hayal evi olmaktan çıkıp  pek çoğumuz için de "hayali kurulası ev" olmuş. tahmin edeceğiniz gibi planlarını o çizmiş, tasarlamış ve inşa etmiş. inşa ederken muhtemelen en büyük zorluğunu çektiği şey, evin mimarisini toprağın topografyasına uydurmaya çalışmak olmuştur. Çünkü epeyce deneme yanılmayla dolu geçmiş inşa süreci.
pekalski içinden geçtiği süreci "inanması güç ama eğer hayallerinizi takip eder ve yeterince zaman ayırıp sabrederseniz her şey mümkün görünüyor" diyerek anlatıyor.



her ne kadar artık büyük ev daha makbulmüş gibi düşünülse de bu ev bir oturma odası, bir banyo ve iki yatak odasıyla yalnızca 45 metrekare. yapıda kullanılan temel iskelet, bölgede yetişen söğüt ağaçlarından elde edilmiş. iç kısmın sıvası kil, dış kısımda ise kireç, cob (daha önce sözü geçtiği gibi saman ve kil karışımı) ve taşlar kullanılmış. Zeminde ise yine ahşap tercih edilmiş.



beni en çok büyüleyen evin oturma odası oldu. (şu oturma odası lafından da nefret ediyorum. ingilizcedeki living room daha iyi değil mi sizce de? salon desen o hepten anlamsız. neyse..) buradaki açık mutfak ısınmayı kolaylaştırması açısından iyi bir tercih. zira geleneksel odun sobası iki tarafı da yeter derecede ısıtıyor.



oturma odasını bu kadar öne çıkarıp banyo detayını atlamak istemem. banyo da içerideki her şey gibi kendine has ve bir o kadar güzel olmuş.



bu arada belirtmeden geçmeyeyim, evin kendi su kuyusu var, ayrıca atık sular da tekrar kullanılıyor ve elektrik için ise güneşten yararlanan fotovoltaik sistem kullanılmış.
mutfağı da içeren bu ana yaşam alanında en hoşuma giden şey büyüklüğü oldu. güneş ışığını en iyi alacak cepheye yerleştirilmiş bu pencereler, büyüklüğüyle güzel bir ışık ve muhtemelen bir o kadar güzel ısı da sağlıyor. baktığımda içimin açılmasının sebeplerinden biri de bu ışık oldu.



evin fotoğraflarında sizin de farkedeceğiniz gibi en dikkat çekici şey, ana iskelet dahil her detayda organik formların kullanılmış olması. bu şekilde hem son derece canlı, yaşayan ve karakter sahibi bir ev havası oluşturulmuş, hem de içinde bulunduğu coğrafyayla tamamen uyum içinde görünüyor. çimen çatı kullanılmış olması da bu uyumu pekiştirmiş tabii.


bogdan pekalski'nin hobbitowa'sıyla ilgili çok ingilizce yazı bulmak mümkün değilse de ben detaylardan çok tasarımla ilgilendim. ilgilenmekle kalmayıp kendimi o güzel pencere önünde oturup kitap okurken, kar izlerken, soba çıtırtısı dinlerken hayal ettim :) kendi hobbitowa'mı yapana kadar bu hayallerle idare edecek gibi görünsem de her biri ilham verdiği için teker teker hepsine ve pekalskiye de selam olsun!

23 Nisan 2016 Cumartesi

insan müdahalesine bir yara bandı: yeşil geçitler

almanya/birkenau

çoğalma/yayılma bir doğa yasasıdır ve insan evladı olarak bizler de diğer canlılar kadar üreme amaçlı güdülerle hayatımızı sürdürüyoruz. öte yandan bu işi bu kadar ciddiye alan ve dahi abartan başka bir tür daha var mı bilmiyorum. maalesef o kadar üredik ve dolayısıyla tüketime/yayılıma o kadar ihtiyaç duyduk ki; bizim üreme güdümüz diğer türlerin üremelerini engellemeye, soylarını tüketmeye başladı. yerlerimize sığamaz olduk; binalar diktik. şehirlere sığmaz olduk; yeni şehirler kurduk. sonra tuttuk bunları birbirine bağlayan duble yollar yapmakla övünülen zamanlara geldik. bir ütopyanın peşinden koşup yol yapılmasın diyecek değilim ama her şeyin de bir şeyi var canım! (ha ama bana kalsa tüm otobanlar yıkılsın yapanlar altında kalsın o ayrı..)

hollanda'dan bir yeşil geçit
o duble yollar, ücretli otobanlar, çevre yolları kentlerin (halihazırda zaten tahribatın dibine vuran yerleşkelerimizin yani) içinden değil, onların çevresinde kalmış parça pinçik yeşil alanlardan geçiyor. evet son hız konforlu seyahat etmekten şikayet etmiyoruz belki ama çok önemli bir gerçeği gözardı ediyoruz: hayvanlar..
kanada/alberta. banff ulusal parkı

evet otoban inşalarında çok sayıda ağaç kesiliyor, evet büyük araziler kamulaştırılıp asfalta betona gömülüyor ama yalnızca bu kadarla sınırlı değil; bu yollar aynı zamanda doğal bir alanı alanı ikiye bölüyor. başka bir deyişle hayvanları bölünmüş bir toprak parçasına hapsederek bir yandan diğer yana geçmesi gereken hayvanların hayatını tehlikeye atıyor. hepimiz otoban kenarında araba çarpmış bir hayvana rastlamışızdır değil mi? işte bu hayvanlar diğer yana geçmeye çalışırken, sırf biz parasını ödeyip kaymak gibi asfaltta gaza basabiliyoruz diye hayatlarını kaybediyor.

hollanda'dan bir ekodük :)

örneğin amerika'da beyaz kuyruklu geyiklerin, florida panterlerinin ve siyah ayıların nüfusu bu yüzden hızla azalmış. (ayrıca bu trafik kazaları hatırı sayılır derecede insan hayatıyla da oynuyor)
Tam da bu rakamları düşürmek ve bu dolaylı insan-hayvan etkileşiminde zararı en aza indirgemek için bir yöntem bulundu; yeşil geçitler. bu geçitleri basit olarak hayvan üst geçitleri gibi düşünebilirsiniz. öyle bir üst geçit düşünün ki, altından otoban geçiyor fakat üstte ağaçlık yemyeşil bir üstgeçit var, böylece hayvanlar bu yolları kullanarak yiyecek, içecek, barınak, üreme gibi ihtiyaçlarını karşılamak için güven içinde diğer tarafa geçebiliyor. bu üst geçitlere hayvan köprüsü, yeşil köprü, yaban hayatı geçitleri, ekodük (viyadükten geliyor) gibi çeşitli isimler verilmiş.

belçika
ilk örneği 1950'lerde fransada yapılmış. (belki de bu yüzden en çok avrupada yaygın. özellikle de kuzey avrupa'da.) örneğin yalnızca hollanda'da 600'den fazla yeşil geçit var. avrupa'dan sonra ise en çok amerika ve kanada'da mevcut. buradaki geçitlerden ayılar, ren geyikleri, kanada geyikleri, keçiler, kurtlar ve daha pek çok farklı tür geçiyor.

new jersey


bizim ülkede ise yeşil geçit yok ama "yeşil yol" filan diye göz boyayıcı yalan bir isimle geriye kalan son doğal alanlarımızı da ranta açmaya çalışanlar var. 2000+ rakımlı yaylaları birbirine bağlayıp kilometrelerce uzunlukta bir rant planı yapmaya akılları çalışıyor fakat izmit istanbul arasında bir yeşil geçit yapmayı akıl etmeyebiliyorlar. ya da şile yolunda, ya da işte ortasından yol geçmek durumunda kalmış her alanda. sonra vay efendim domuzlar yüzerek karşıdan karşıya geçiyor eyvah ne yapsak.. yaptıklarını aldıkları oylara dayanarak savunan iktidara sormalı; yol yaparken girdikleri arazilerdeki ayıların, domuzların, geyiklerin, yılanların oy hakkı da var mı?

amerika/montana


amerika/washington

new jersey


hollanda




26 Eylül 2015 Cumartesi

her eve en az bir balkon!


benim doğup büyüdüğüm ve hâlâ kendimi ait hissettiğim küçük kasabada, balkonlar evin çok önemli bir parçasıdır. mevsimlere göre işlevi değişir ama azalmaz. kışın soğuk birer kiler gibi kullanılsalar da yazın canlanır, sosyal hayatın kaçınılmaz -hatta en önemli- parçası olurlar. hepsinden rengarenk şemsiyeler uzanır, çay bardağında dönen kaşık sesi (evet biz hâlâ çayımızı şekerli içiyoruz ^^), bazen zar sesi, aniden tüm sesleri bastıran kahkahalar, çocuk sesleri.. kısacası yaşar bizim balkonlarımız. ben mesela oraya gittiğimde, komşularımızla yolda ya da apartmanda karşılaşıp değil, balkona çıkıp sohbet ederim, yan komşumuz sevdiğim şeyleri pişirdiğinde oradan uzatır bizim balkona, bizimkiler köyden topladıklarını eve getirdiklerinde balkondan balkona mutlaka dolanır onlar.. mesela bizim balkon aynı zamanda küçük bir "bostan"dır. sadece oradan topladıklarınızla koca bir tabak salata yapabilirsiniz. çiçekler arası biberler, domatesler, nane ve maydonozlar.. sanmayın ki kocaman bir balkonumuz var, elimizdeki ne kadar neye yetiryorsa işte. ve o kadar küçük bir yerin ne kadar neye yettiğine inanamazsınız!

kim evinin böyle bir parçası olsun istemez?
ilk kez o kasabadan çıkıp yatılı okumak üzere yakınlardaki bir kente gittiğimde çok şaşırmıştım. balkonlarında yalnızca çamaşır kurutuyorlardı, tek bir sandalye bulamazdınız ve tek bir çiçek.. buna rağmen tüm apartmanlar balkonlarla doluydu. aklımın bunu neden almadığını anlarsınız.. şimdi istanbul'da yaşıyorum. balkonların çoğu tıpkı o kentteki gibi, yalnızca sigara içmek ya da en iyi ihtimalle çamaşır kurutmak için kullanılıyor. elbette pek güzel balkonlar var ama ne kadar az olduklarını buralara yolu düşmüş herkes bilir. o yaşayan balkonlardan birine bile denk geldiğimde nasıl seviniyorum bilemezsiniz, bir eve bayıldığım azdır ama balkonda iki yumuşak minder birkaç çiçek görsem çocuklar gibi şenlenirim..

küçücük bir yerde mucizeler yaratmak..
demem o ki bu kadar beton arasında hepimizin biraz nefes almaya, yaşadığını hissetmeye ihtiyacı var. ve hemen her evde minicik de olsa (şu fransız balkon denilen şeytan icadından bahsetmiyorum elbette!) bir balkon bulunuyor. işte o minicik balkonlarda bile güzel bir yaşam kurmak mümkün.. üstelik biraz yardım alarak şahane yeşillikli bir balkonunuz da olabilir. daha önce bu blogda "düşey bahçeler"den ya da "ağaç kiracılardan" söz etmiştim. (bkz: ara ki bulasın çubuğu ^^) bunları mikro düzeyde uyarlamanız mümkün. (mesela benim bahçemde bir karış bir toprakta inanılmaz meyve veren iki erik ağacı yetişti!) ha belki siz de benim gibi teknik bir sorun yaşıyor ve yeşillendiremiyor olabilirsiniz (fakat benim işimi doğaya bırakmak gibi bir lüksüm var bahçe olduğu için) o zaman atın bir minder, bir sehpa, bir iki çiçek.. oturun bir kahve için. "ful bina manzaralı" dahi olsa balkonunuz, emin olun havanız değişecek. o balkonların bir işlevi var: azıcık nefes! siz siz olun, "balkonları eve ekletip salonu genişletmek"ten uzak durun..

mesela böyle çiçeklerle karışık küçük bir sebze bahçesi için
bir ızgara ve bir duvar sayesinde çok da yere ihtiyacınız yok
bu ızgaralar da daracık bir alanda şahane fırsatlar yaratabiliyor.



buyrunuz mis gibi bir düşey bahçe

29 Mart 2015 Pazar

bir ağaç ev mimarı: takashi kobayashi


mimarlık okumamış, tasarımını cetvellerle yapmayı öğrenmemiş ama yine de yaşam alanları inşa eden insanlara bayılıyorum! işte takashi kobayashi de onlardan biri; kendi kendini eğitmiş bir japon tasarımcı-mimar. kendi deyimiyle de bir "ağaç ev insanı". web sayfasında ingilizce özgürlük anlamına gelen freedom kelimesini treedom olarak kullanmış ve aslında bir mimar değil, sanar ve serbest dışavurumla doğa ve insan arasındaki ayrımı kıran biri olarak tanımlamış kendini. "bizim değerlerimizi ve özgür ruhumuzu paylaşan insanlar için bulduğumuz tanım 'ağaç ev insanları'dır" diyor aynı sayfada.

evet tahmin edebileceğiniz gibi, kobayashi ağaçlara evler yapıyor. ev dediysek hepsi ev olarak kullanılmıyor elbette, sözün özü; ağaçların üzerine konuk olmuş yaşam alanları inşa ediyor. 120 ağaç evin mimarlığını ve marangozluğunu kendi elleriyle yapmış. her bir tasarımına bir seremoniyle yaklaşıyormuş gibi görünüyor. minik maketler yapılıyor, planlar çiziliyor, her bir parçası tek tek elle imal ediliyor. herhangi biri diğerinin aynı değil, hiçbiri düz hatlara sahip değil ve hepsi sanki misafir olduğu ağacın bir parçası gibi görünüyor. o yüzden söylediği gibi, doğayla insan arasındaki perdeyi araladığına katılmamak elde değil.

kobayashi'nin ağaç evleri arasından biri özellikle dikkate değer. ciddi hastalıklara sahip çocuklar için yapılmış olan Solaputi Çocuk Kampı, hastalıkları nedeniyle diğer çocuklar gibi koşup oynayamayan, dışarıda vakit geçiremeyen çocuklara eğlenceli zamanlar vadediyor. dört ağacın ortasına kurulmuş olan bu ağaç ev, yerden 8 metre yüksekte. The Japan Times'a verdiği röportajda "burası, hastanede vakit geçirmek zorunda kaldıkları için hayatlarında dışarıda oynayamayan, solunum cihazı türünden medikal cihazlara bağlı yaşamak zorunda kalan çocuklar için" diyerek yapının misyonundan söz etmiş.

Kobayashi tam bir doğa aşığı, doğaya büyük saygı duyan biri, hatta önünde asyaya özgü o sükunetle saygı duruşunda bulunan biri demek daha doğru belki de. Peki nasıl mı başlamış ağaç evler inşa etmeye? aslında ilginç bir öyküsü var.. "küçükken gezi programları ve doğa belgeselleri izlemeye bayılırdım ve hep amazonlarda bilimsel araştırmalar yapmanın hayalini kurardım" diyor. ne yazık ki arası bilimle hiç iyi olmamış.. fakat bu eski belgesel sevdası onu TV programları yapmayı meslek edinmeye kadar götürmüş. çok geçmeden bu mesleğin kendisine göre olmadığını farkederek mesleği bırakıp seyahat etmeye başlamış. İkinci el kıyafet satma işleriyle uğraşıyor, bir yandan dünya gezilerine devam ediyormuş. Bir gün sık gittiği bir antikacıda, bir ağaç ev sembolü görmüş ve çok beğenince antikacı ona hediye etmiş sembolü. çok değil 18 ay kadar sonra, bu sembolden de aldığı ilhamla bir ağaç ev inşa etmiş. kaçış adındaki bu ağaç evin açılışı, bar olarak kullanılmak üzere 1992'de yapılmış. "bir odanın içinde ağaç bulunmasını çok heyecan verici buldum. Ağaç içeriye rüzgar ve yağmur suyu taşıyordu" diye anlatıyor bu ilk deneyimini. Ardından Boston'da Peter Nelson tarafından yazılmış ağaç evler kitabını almış ve bu kitabın ardından tesadüfler yollarını kesiştirmiş ve Kobayashi, Nelson'la tanışma fırsatını bulmuş. Hikayeyi şöyle anlatıyor; "Nelson'la tanışıp ona kitabını aldığımı ve bir ağaç ev inşa ettiğimi söyledim. Ona Tokyo'da yapacağı projede asistanlık yapmamı istedi. Ardından bana Oregon'da dünyanın ilk ağaç ev konfreransını düzenleyeceğini ve benim de Japonyanın temsilcisi olarak katılmamı istedi. ben de katıldım."

sanırım Kobayashi için, ağaç ev kariyerinin daha iyi bir başlangıcı olamazdı. sonrasında ise kendini durduramamış olacak ki yüzü aşkın ağaç ev inşasına imza atmış. fotoğraflarda da görülebileceği gibi, her biri kendine özgü bu ağaç evler, her ne kadar farklı amaçlara hizmet de etse, her biri nasıl da davetkar. ben hiç ağaç evde yaşamadım, dahası hiçbir zaman bir ağaç eve adımımı atmadım ama doğrusu bir ya da birkaç ağacın evsahipliği ettiği bir mekanda vakit geçirebilmek, yaşayabilmek ya da çalışabilmek son derece şifalı olurdu eminim.. kobayashi'ninkiler de insana böyle hissettiriyor, sanki her biri şahane birer inziva alanı gibi. kim istemez ki..