21 Kasım 2016 Pazartesi

geleneksel iskoç evleri


hep öyledi ama son zamanlarda iskoçya hayallerimi ayrı bir süslüyor. her ne kadar uzak bir hayalmiş gibi görünse de rüyalarıma dahi girmekten geri durmuyor. hal böyle olunca uzun ara da vermişken bir iskoçya yazısıyla geleyim istedim. konuyla ilgili çoğumuz iskoçyanın eski taş evlerine en azından görsel olarak aşinadır sanırım. bu evlere ingilizcede blackhouse deniyor (kara ev). neden isminin böyle olduğu biraz şaibeliyse de, saz çatılı bu evlerin iskoç galcesindeki siyah anlamına gelen dubh kelimesi ile saz anlamına gelen tughadg kelimesinin fonetik benzerliğinden kaynaklanabileceği söyleniyor.


tahmin edilebileceği gibi bu geleneksel iskoç evleri tamamen yerel ve doğal malzemelerden inşa ediliyor. en temel özelliklerinden biri de duvar sistemi. aslında duvarları üç katmandan oluşuyor. taş dış cephe ile taş iç cephe arasında bir de toprak katman var. böylece sağlam bir yalıtım ve sağlamlık elde edilebiliyor. fakat işin şahane başka bir kısmı da, ortadaki toprak katmanın en üst kısma geldiğinde kil bir tabakayla tamamlanması. böylece aradaki toprak kısma su sızması engellenmiş oluyor.



en eski hallerinde bu geleneksel evlerin ahşap kısımlarında denizden sürüklenen ahşapların kullanıldığı ve hatta bazı durumlarda balina kemiklerinin de kullanıldığı söyleniyor. çatının bu ahşap iskeletinin üst kısmında ise ise samanla karıştırılmış torf ve saz kullanılıyor. elbette bu son katmanı yaparken, evin ortasında yanacak ateşin dumanının çıkabilmesi için topraksız/sazsız bir aralık bırakılıyor. teknik olarak ayrıca bir baca inşa edilmese de dumandan kurtulmak için böyle bir yöntem kullanılmış. kimi yerlerde rüzgar saz çatıyı tehdit edecek boyutta esiyorsa, çatıyı evin taş duvarlarına halatlarla bağlayabiliyorlar.



görüldüğü gibi bölgenin çetin hava koşulları bu geleneksel inşa biçimine epeyce yansımış fakat en nihayetinde yumuşak formları ve yaşayan çatıları ile gözünüze çarpar çarpmaz insanın aklına ateş başına oturulmuş galce masal anlatılan bir yuva geliveriyor. ne çetin hava koşulları, ne karanlık bir sığınak..


30 Ağustos 2016 Salı

müthiş bir hikaye: büyükanne prisbrey'in şişe köy'ü!



büyükanne prisbrey'in şişe köy'ü kaliforniya'nın simi vadisinde saklı küçücük bir köy. tressa prisbey'in kurduğu bu küçük köyde, otuzdan fazla heykel ve hepsi bizzat prisbey tarafından yapılmış on altı da bina var. ve biliyor musunuz, bu binalarda bir milyon civarı şişe ve başka bir takım atık malzemeler bulunuyor. bir milyon! dile kolay..



peki böyle bir köy neden kurulmuş olabilir? bana sorsanız olası pek çok sebep sayabilirdim herhalde ama bunlardan hiçbiri "kalemlerini koyacak yer bulamadığı için binalar inşa etmek zorunda kalmış" olmazdı. evet evet, bu doğru.. büyükanne prisbey bu köyü 1956'da 60 yaşındayken inşa etmeye başlamış çünkü kalemlerini koyacak binalara ihtiyacı varmış! (kalem biriktirirken daha dikkatli olmalıyım, 60 yaşımda bu kadar enerjik olamayabilirim..) on yıllardır hobi olarak biriktirdiği bu kalemlerin sayısı 17 bini geçtiğinde böyle bir ihtiyaç içinde olması sürpriz değil. tam da aklında bu düşünceler varken bir parkta gördüğü şişe bina ona ilham vermiş ve prisbey'in macerası böylece başlamış..



ilk işi kız kardeşi ile birlikte çöplerden şişe toplamaya başlamak olmuş. binaların aynı anda inşa edilmemiş elbette, ilk önce "kalem evi" ardından da araziyi yakınlarındaki hindi çiftliğinin kokusu ve tozundan uzak tutması için çevre duvarını inşa etmiş.



kalem evi bittikten sonra kendini durduramamış olacak ki, biriktirdiği oyuncak bebekler için de (hiç de az değil; tam 600 adet bebek!) bir bina inşa etmeye karar vermiş. sonra ver elini "şişe köy'ün pisa kulesi", "oyuncak bebek tapınağı", "kleopatra'nın yatak odası", "yuvarlak ev" ve diğerleri..



büyükanne prisbrey her yeni eklediği binayı da diğerleriyle renkli mozaik patikalar yaparak birbirine bağlamış. asıl malzemesi şişeler olsa da köyün inşasında pek çok atık madde kullanmış.



büyükanne prisbrey tam 26 yıl boyunca bu köyü inşa etmeye devam etmiş.. Yaşı nedeniyle elden ayaktan düşünce 86 yaşında köyü bırakıp kızının yanına taşınmasının ardından 92 yaşında hayatını kaybetmiş.


köyü inşa ettikten sonra çok sayıda ziyaretçi bu ilgi çekici yapıları görmek için yanına gitmiş, her ne kadar ziyaretçilerden tur başına 1 dolardan az alıyor olsa da, ziyaretçilerin pek çoğu daha fazlasını vererek büyükanne prisbrey'e destek olmuşlar.



büyükannenin ölümünden sonra da ziyaretçilerin uğrak yeri olan bu köy, 1994'te deprem sonucu epey hasar görmüş. fakat prisbrey'in bu inanılmaz emeği yine de boşa çıkmamış ve kar amacı gütmeyen bir kuruluş tarafından onarılıp restore edilmiş. şu anda da koruma altında tutulmaya devam ediliyor.
çok çılgın bir hikaye değil mi? ömrünü kalem toplamaya adayıp, sonra biriken kalemleri saklamak için bir binaya ihtiyaç duyup, bu amaç için seneler boyu şişe toplayıp koca bir köy inşa etmek! tamam kabul, büyükanne'nin biriktirme/toplama yanı güçlüymüş ama düşünsenize, hangimiz 60 yaşımızdan 86 yaşımıza kadar tek başımıza böyle rengarenk bir köy inşa ederdik? hem de kalemlerimizi saklamak için?
tam da yazdığım bu son cümlede aklıma gelen şiiri sizinle de paylaşmadan edemeyeceğim, büyükanne prisbrey'e selam olsun!


Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. (nazım hikmet)








28 Ağustos 2016 Pazar

Sınıfların En Güzeli!



burası ingiltere norwich'te bir okul için tasarlanmış bahçe sınıfı. Jay Hadley tarafından tasarlanmış bu sınıf jay ve 7 yaşındaki oğlu tarafından yapılmış. beni bu sınıftan bahsetmeye asıl iten şeyse jay'in dünyalar tatlısı kızıl saçlı oğlunun bu sınıfı tanıttığı video oldu. nasıl sevgiyle her detayı anlatmış! ne dediğini anlamıyor olsanız dahi, 7 yaşındaki bu çocuğun yine çocuklar için tasarlanmış bir yapıyı nasıl sevgiyle anlattığını görmek için -yazının sonuna eklediğim- bu videoyu izlemenizi tavsiye ederim.



yapının tamamı ahşaptan oluşuyor. yapının tamamında beş farklı ağaç türü var. İskeletinde sedir, kapı ve kapı kasasında meşe, pencerelerde karaağaç, çatıda dişbudak ve cephelerde kokulu karaçam kullanılmış. çatıda bitkiler de yetişiyor, yani yaşayan bir çatısı var. jay hadley'in çok kısa zamanda tamamladığı bu sınıfa belli ki çocuklar kendi aralarında "hobbit evi" diyorlar, çünkü jay'in videosu böyle başlıyor: "bu bizim hobbit evimiz!"



pek de yanlış bir tanımlama değil, küçük boylular için şahane küçük bir yaşam alanı olmuş. pencerelerin birinde bir ağaç, diğerindeyse bir kedi var. bir çocuk için epey büyüleyici olmalı.
videoyu izlerseniz siz de göreceksiniz ki ahşabın kendi içindeki gözlerini bile tek tek seviyor jay'in oğlu. öyle bir sevmek, öyle bir benimsemek :)
bizim beton yığını okulları düşününce hak vermemek elde değil, değil mi?

işte sözü geçen video:





31 Temmuz 2016 Pazar

fazladan vazgeçip "yeterli" ile mutlu olmak





epeydir takip ettiğim tinyhousetalk'ta yine iç açan bir hikayeye denk gelince paylaşmadan edemedim. fotoğrafta gördüğünüz bu minik ev sarah&james çiftine ait. yaşamak için salon salomanje betonlara ihtiyaç olmadığını kanıtlarcasına, karavandan dönüşme bu minik evde köpekleri lavanta ve kızları stella ile birlikte kocaman mutlu bir hayat kurmuşlar.





sitede hikayelerini anlatmışlar; epeyce yüksek kariyerli ve maddi açıdan rahat, büyük bir evde yaşayan çift yaşadıkları hayat tarzından mutlu olmadıklarına karar vermişler. bu evi yapma ve orada yaşama fikri bunun üzerine temellenmiş, çocukları da olunca kendi deyimleriyle "yeni doğan çocuklarıyla hayatlarına taptaze bir başlangıç yapmak" istemiş ve "restart düğmesine" basmışlar. 2005'ten bu yana da tam zamanlı bu evde yaşıyorlar. pek çok kendi evini kendi elleriyle yapan insan gibi onlar da evlerine bir isim vermişler: NOLA. bu ev aslında katrina kasırgasından sağ çıkmış bir karavandan dönüştürülmüş. karavanı alıp evirip çevirip içini tamamen yenilemişler.



bu küçücük alandan en verimli ve estetik nasıl sonuç alınır sorusunun cevabını vermişler sanki. her şey o kadar güzel, yerli yerinde ve yeterli ki hayran olmamak elde değil.



karavanı yenileme sürecinde neredeyse tamamında kullanılmış malzemeleri geri dönüştürmüş, içini hazırlarken de ahşap malzemelerden yararlanmışlar. özetle dört kişilik bu aile için gerekebilecek temel ihtiyaçları en fonksiyonel şekilde şekillendirmiş ve bunu yaparken de minimum tüketim yaparak ilerlemişler. 



şimdilerde new york'ta su gibi temel ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri çam altı bir yere çekmişler evlerini :) geçici mülkiyetle yerleştikleri bu alandan istedikleri an -çevre dışında- hiçbir şeylerini değiştirmeden taşınabileceklerini bilmek büyük bir özgürlük olsa gerek. zaten fotoğraflarına da bu ruh yansımış gibi görünüyor. 






daha özgür daha yabanıl bir hayat yaşamak için çıktıkları bu serüvende sokaktan pek çok hikaye biriktiriyorlarmış. bakın kendi hikayelerini youtube'da nasıl anlatmışlar:



*fotoğraflar ve yazının kaynağı: tinyhousetalk

23 Nisan 2016 Cumartesi

insan müdahalesine bir yara bandı: yeşil geçitler

almanya/birkenau

çoğalma/yayılma bir doğa yasasıdır ve insan evladı olarak bizler de diğer canlılar kadar üreme amaçlı güdülerle hayatımızı sürdürüyoruz. öte yandan bu işi bu kadar ciddiye alan ve dahi abartan başka bir tür daha var mı bilmiyorum. maalesef o kadar üredik ve dolayısıyla tüketime/yayılıma o kadar ihtiyaç duyduk ki; bizim üreme güdümüz diğer türlerin üremelerini engellemeye, soylarını tüketmeye başladı. yerlerimize sığamaz olduk; binalar diktik. şehirlere sığmaz olduk; yeni şehirler kurduk. sonra tuttuk bunları birbirine bağlayan duble yollar yapmakla övünülen zamanlara geldik. bir ütopyanın peşinden koşup yol yapılmasın diyecek değilim ama her şeyin de bir şeyi var canım! (ha ama bana kalsa tüm otobanlar yıkılsın yapanlar altında kalsın o ayrı..)

hollanda'dan bir yeşil geçit
o duble yollar, ücretli otobanlar, çevre yolları kentlerin (halihazırda zaten tahribatın dibine vuran yerleşkelerimizin yani) içinden değil, onların çevresinde kalmış parça pinçik yeşil alanlardan geçiyor. evet son hız konforlu seyahat etmekten şikayet etmiyoruz belki ama çok önemli bir gerçeği gözardı ediyoruz: hayvanlar..
kanada/alberta. banff ulusal parkı

evet otoban inşalarında çok sayıda ağaç kesiliyor, evet büyük araziler kamulaştırılıp asfalta betona gömülüyor ama yalnızca bu kadarla sınırlı değil; bu yollar aynı zamanda doğal bir alanı alanı ikiye bölüyor. başka bir deyişle hayvanları bölünmüş bir toprak parçasına hapsederek bir yandan diğer yana geçmesi gereken hayvanların hayatını tehlikeye atıyor. hepimiz otoban kenarında araba çarpmış bir hayvana rastlamışızdır değil mi? işte bu hayvanlar diğer yana geçmeye çalışırken, sırf biz parasını ödeyip kaymak gibi asfaltta gaza basabiliyoruz diye hayatlarını kaybediyor.

hollanda'dan bir ekodük :)

örneğin amerika'da beyaz kuyruklu geyiklerin, florida panterlerinin ve siyah ayıların nüfusu bu yüzden hızla azalmış. (ayrıca bu trafik kazaları hatırı sayılır derecede insan hayatıyla da oynuyor)
Tam da bu rakamları düşürmek ve bu dolaylı insan-hayvan etkileşiminde zararı en aza indirgemek için bir yöntem bulundu; yeşil geçitler. bu geçitleri basit olarak hayvan üst geçitleri gibi düşünebilirsiniz. öyle bir üst geçit düşünün ki, altından otoban geçiyor fakat üstte ağaçlık yemyeşil bir üstgeçit var, böylece hayvanlar bu yolları kullanarak yiyecek, içecek, barınak, üreme gibi ihtiyaçlarını karşılamak için güven içinde diğer tarafa geçebiliyor. bu üst geçitlere hayvan köprüsü, yeşil köprü, yaban hayatı geçitleri, ekodük (viyadükten geliyor) gibi çeşitli isimler verilmiş.

belçika
ilk örneği 1950'lerde fransada yapılmış. (belki de bu yüzden en çok avrupada yaygın. özellikle de kuzey avrupa'da.) örneğin yalnızca hollanda'da 600'den fazla yeşil geçit var. avrupa'dan sonra ise en çok amerika ve kanada'da mevcut. buradaki geçitlerden ayılar, ren geyikleri, kanada geyikleri, keçiler, kurtlar ve daha pek çok farklı tür geçiyor.

new jersey


bizim ülkede ise yeşil geçit yok ama "yeşil yol" filan diye göz boyayıcı yalan bir isimle geriye kalan son doğal alanlarımızı da ranta açmaya çalışanlar var. 2000+ rakımlı yaylaları birbirine bağlayıp kilometrelerce uzunlukta bir rant planı yapmaya akılları çalışıyor fakat izmit istanbul arasında bir yeşil geçit yapmayı akıl etmeyebiliyorlar. ya da şile yolunda, ya da işte ortasından yol geçmek durumunda kalmış her alanda. sonra vay efendim domuzlar yüzerek karşıdan karşıya geçiyor eyvah ne yapsak.. yaptıklarını aldıkları oylara dayanarak savunan iktidara sormalı; yol yaparken girdikleri arazilerdeki ayıların, domuzların, geyiklerin, yılanların oy hakkı da var mı?

amerika/montana


amerika/washington

new jersey


hollanda




31 Ocak 2016 Pazar

yamuk yumuk bir kasaba: lavenham


burası ingiltere suffolk'ta lavenham adında bir kasaba. kasaba dediğime bakmayın, ortaçağda çok önemli olduğu zamanlar yaşamış, hikayesi de buna dayanıyor zaten. öyle ki bu hikaye bir tarih olmaktan çok bir mesel gibi :) lavenham, fotoğraflardan da anlayacağınız üzere bölgenin geleneksel mimarisine sahip fakat hemen hepsi yamuk yapılardan oluşuyor.



ilk bakışta "aa ne şeker bi yer!" diye düşünürken birden "yamuk mu bunlar??" diye sorarken buluyorsunuz kendinizi. evet yamuklar, hem de hemen hepsi yamuk! o kadar ki bu yamukluk ninnilere, tekerlemelere bile konu olmuş. (there was a crooked man, and he walked a crooked mile. he found a crooked sixpence upon a crooked stile. he bought a crooked cat, which caught a crooked mouse, and they all lived together in a little crooked house.) merak edenler için ninninin videosu aşağıda. (bu kasabanın ninniyle diğer bir bağı da; meşhur twinkle twinkle little star'ın yazıldığı dönemlerde, şairi jane taylor'ın lavenham'ın shilling sokağında yaşıyor olması.)



peki nedir bu lavenham'ın yamuk evlerinin hikayesi? 15. ve 16. yüzyıllarda lavenham'ın yünleri ve bu yünden ürettikleri kumaş meşhur olmuş. kasabanın bu konudaki ünü öyle artmış ki; yün ve kumaş ticareti sayesinde 15. yy sonunda bölgenin en zengin yerleşimi haline gelmiş. hem de hızla. bu durum, kasabanın fiziki görünümüne de hemen yansımış. ilk olarak bir kilise yapılmış ki, bugün hala britanya kasabalarının en uzun kuleli kilisesi olduğu söyleniyor.



yine kilise gibi başka kamusal yapılarda da bu durum kendini göstermeye başlamış. elbette bu durum sivil mimariye de yansımış. bu dönemde kral VII. henry'nin kasabayı ziyaret ettiği ve bazı aileleri çok fazla servet gösterisi yaptığı gerekçesiyle cezalandırdığı anlatılıyor. fakat kasabalılar bu kadar zenginleşip servet budalalığına düşerken bir şeyi gözden kaçırmışlar; binaları yaş ağaçlarla inşa etmişler ve ağaçlar kurudukça binalar yamulmaya başlamış. bazıları o kadar yamuk ki bitişik nizam olmaları sayesinde ayakta duruyorlar.



peki bu zenginliğe rağmen neden mi düzeltmemişler evlerini? hızla gelen para hızla yok olmuş da ondan. kuzeyden gelen hollandalılar cochester'e yerleşmiş ve kumaş üretimine başlamışlar. fakat hem lavanham'ın ürettiklerinden daha ucuza hem de çok daha iyisini yapıyorlarmış. bu durumla başedemeyen lavenham hızla irtifa kaybetmiş ve çıktığı hızda yere çakılmış. böylece yamulan evler öylece kalakalmış.




iyi de olmuş aslını isterseniz, doğal malzemelerle ve geleneksel yöntemlerle inşa edilen bu tip yapılar sahiden yamulsa da yıkılmıyor, çok daha uzun ömürlü oluyor. bu britanya tarzı evler de güzel bir hikayenin kahramanları olarak günümüze kadar gelebilmiş bu sayede. zaten kasaba turistik ilgiyi bu açıdan çekiyor. hatta bu ilgi yalnızca turistlerle sınırlı kalmamış; burası tv ve sinema sektörü için de ilgi çekici bir yer olmuş. örneğin harry potter'ın çekildiği mekanlardan biri buradaki evlerden.

harry potter'a ev sahipliği yapan "yamuk ev"

sizce de yamuk yumuk birbirinin desteğiyle ayakta duran bu evler, "ihtiyarladık be" diye homurdanarak kahvede tavla atan ama varlığıyla içleri ısıtan ihtiyar dedelere benzemiyorlar mı? :)